16 Ocak 2019 Çarşamba

Emile Zola - Germinal ile Maden Ocaklarında Yaşam




Yazarın bu kitabı yazmaya başlamadan önce maden ocaklarına giderek oradaki yaşamı ve işleyişi inceleyip notlar aldığını ve kitabının da bu titiz çalışmanın sonucu olduğunu okudum birçok yerde, kitabın gerçekçiliğinin size yansımasına bakılırsa bu durum hiç şaşırtıcı gelmiyor. 


Kitabı elime alıp da soluksuz ara vermeden okumak benim açımdan mümkün olmadı, çünkü yaşanılan olayları size öyle bir betimlemiş ki yazar siz de sanki o madende çalışan işçilerden birisiniz. Yeri geliyor siz de o toz yığını ve açığa çıkan gazlardan nefes almakta zorlanıyor ve boğulacakmış gibi hissediyorsunuz, yeri geliyor uzun saatlerce çalışmanın ardından kuru ekmekle yapılan bir kahvaltının başına geçiyor ve sırf üzerinize rehavet çökmesin de kazanacağınız iki kuruşu kesmesinler de akşam evinize huzurla döneyim diye alelacele yiyerek kalkıyorsunuz. Bütün hayatınız madene inip çalışmak ve akşam eve dönerken bile ertesi günkü çalışmanızı hesap etmekten öteye gitmiyor, tabii bir de sizi ve tüm mahallenizi kıskacı arasına almış sefalet var. Kucağınızdaki bebeğinizi bile ileride madende çalışacak potansiyel işçi gözüyle görüyorsunuz. 

Her zaman filmlerde sıkça karşılaştığımız 'biz farklı dünyaların insanıyız' cümlesindeki o farklı hayatları bu kitapta tam anlamıyla görüyorsunuz. Bir yanda madende çocuklarıyla çalışıp bir kuru ekmek yiyerek karnını doyurmaktan başka bir gayesi olmayan bir yaşam; diğer yanda ise bu insanların refah içinde gayet güzel şartlarda yaşadığına kendini inandırmış ve gününü gün eden maden sahipleri ve aileleri. Bu iki uçlarda yaşamın hırs, öfke, açlık, kıskançlık ve daha bir sürü insani duygularla nasıl karşı karşıya geldiğini ve ölümden başka bir kurtuluş yolu kalmayan insanların nasıl korkusuz ve insanlıktan çıkabilecek davranışlar sergileyebileceğini net göreceksiniz ama inanmak istemeyeceksiniz. 

Toplumun aksak yönlerini, ahlaki değerlerin koşullara göre değişkenliğini, yozlaşmış ve karmaşık ikili ilişkileri, insanların çıkarcı ilişkilerini ve birçok sosyal, ekonomik ve psikolojik açıdan zamanın hayat koşullarına dair ayrıntılara satırlarda rastlıyorsunuz. İlk başlarda insanların kaba hal ve tavırları, konuşmaları sizi rahatsız etse de o koşullar altında kendilerini korumak adına bir savunma mekanizması gerçekleştirdiklerini düşünmeden edemedim. Yüreğiniz nasır tutmalı ki o yaşanılanları aklınızı kaybetmeden savuşturup yaşamınıza -ki ne kadar yaşamak denirse- devam edin. 

"Ve Voreux yırtıcı bir hayvan gibi, içinde bulunduğu çukura çökmüş, midesine indirdiği insanları sindirmeye uğraşıyor, gittikçe daha derin, daha uzun soluyordu." bu cümleyi okuduğumda aslında bu romanı bu kadar etkileyici kılanın hala birçok kişinin adının farklı olduğu madenlerin midesinde bir yaşam mücadelesi verdiğini bilmek, sadece kurguydu diyerek kitabı rafa kaldıramamak. 


Kısacası tavsiye ederim.

5 Ocak 2019 Cumartesi

Aziz Nesin'den Merhaba



İncelememi baştan sona okuyana, yanlışlıkla tıklayıp şöyle bir göz atana, ay yok işim var belki sonra okurum diyene, merhaba; Aziz Nesin okumayı çok sevene, daha önce okumamış ama okumayı düşünenlere, bana hitap etmiyor ama yine de bir göz atabilirim belki diyenlere, selam olsun. Nükteli, güldüren bir yandan da eleştiren yazılar okumaktan hoşlananlara, çok uzun olmasın, kısa olsun ama bir o kadar da dolu dolu olsun okuduklarım diyenlere, hayatın her anında karşılaşabileceğin belki de karakterin ta kendisi olabileceğin olayları sevenlere, merhaba. Yazılanları eleştirirken kendi özeleştirisini de atlamayanlara, hatta bu inceleme nereye gidiyor benden çok merak edenlere, selam olsun. 

Evet, böyle uzar gider ama kendime bir dur demem gerekiyor sanırım, kitap aynı bu şekilde Selam ve Merhaba başlıklarıyla olaylara, kişilere yahut davranışlara gerekçeleriyle birlikte hitap ederek başlıyor. Bu sayfaları okurken içimden bende birçok olaya ve kişiye bol bol selamlarımı yolladım. :) 

Kitap, dergi ve gazetelerde yer alan yazıların bir araya getirilmesinden oluşuyor, yazar aslında bu durumun zor olduğunu bazen güncelliğini ve o anki etkisini yitirmiş olduğundan her yazıyı kitaba alamadığını ve bu yüzden bu seçkilerin kitaplık değeri olanlardan oluştuğunu belirtmiş. 

Kitabın başlarında yer alan Atatürk’e dair yazılar benim en çok sevdiklerimdi, özellikle Atatürk’le Konuştum’u çok beğendim, Atatürk’ün konuşmaları kendi sözlerinden oluşuyordu ve bütünlük çok iyiydi. Ardından, politik, güncel, hayata dair, dini birçok konuda kaleme aldığı yazılar vardı, bu kitabında kaleme aldıkları ilk okuyuşumdu, onun için kendi adıma okuması daha keyifliydi. 

Yazma üzerine kaleme aldığı cümlelerindeki samimi ifadeleri de ayrıca çok beğendim. Nesin’in daha önce okuyup da beğendiği ‘kalem altıncı parmak olmuş, önümdeki kâğıt dipsiz kuyu’ ifadelerini kullanarak yazmaktan korkmadığını ama bazı zamanlar o kadar çok yazacak konu olmasına rağmen istediğini istediğince yazamamaktan ötürü yazmaya karşı bir tiksinme, direnç gösterdiğini belirtiyor. O satırları okurken bu duygulara rağmen bu kadar eser kaleme almış demek ki istediklerini gerçekleştirebilse daha neler neler yazabilecekmiş dedirtti.

Altını çizdiğim satırlar:

- Görülmemiş, duyulmamış bir sessizlik.
   - Ne olmuş
   - Ne var?
  Ürkek soruları bir fısıltı yanıtlıyor
  - Atatürk ölmüş ..
   Ne gözyaşı, ne de hıçkırık.. Ses, bakış, bütün duygular, zaman, yer, her şey donmuş. (syf. 19)


- Çevremi kaplayan buğu, kara bir duman oldu. Yansıyan meşale ışıklarında bile bişey göremiyordum.
    - Atam seni göremiyorum artık, seni göremiyoruz.. dedim.
   Bir ses, O'nun sesi:
   - "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir." (syf. 20)


- Çok zaman var ki, nerde ve ne zaman,- Atam, sen ölmedin! diye bir ses duysam, korkarak yavaşça mırıldanıyorum:
  - Seni biz öldürdük.. (syf. 31)


- Alacakaranlık, ne karanlıktır, ne aydınlık; ikisi ortası, aydınlıktan uzak, daha çok karanlığa yakın.. (syf. 50)


- Sevmek, insanın kendisinden vermesi, sevdiği şeye bir katkıda bulunması demektir. Kendimizden verebileceğimiz en değerli şey de zamanımızdır. (syf. 158)


- Fıkra yazarlığı, kelebeğin yaşamına çok benzer. Kelebek gibi renkli, parlak, göze çarpan bişeydir, ama yine kelebek gibi yaşamı ancak bir günlüktür. (syf. 167)


- Gazete yazısıyla edebiyat yazısı arasında şu ayrımı görüyorum: Edebiyat yazısı yazarın yazmadan duramadığı, yazar için yapılması zorunlu bir iştir. Gazete yazısıysa yazarın <Bugün de ne yazmalıyım?> sorusuna bulduğu cevaptır ve zorunlu değil, zorlama bir iştir. (syf. 213)


Alıntılar; Kardeşler Basımevi'nin 1980 senesindeki IV. basıma aittir.

2 Ocak 2019 Çarşamba

Stanislaw Lem'den Solaris


Bilimkurgu adına okuduğum eser sayısı bir elin parmaklarını geçmez, son zamanlarda farklı türlere ağırlık vermek istediğim için bu kitapla bir minik bir adım atayım demiştim, iyi ki de demişim.

Konusu; Kris Kelvin, Solaris'in yüzeyindeki okyanus üzerinde araştırma yapmak ve evreni anlamak üzere bu gezegene gelir. Bu gezegende yalnız değildir, ondan önce gönderilmiş bilim insanları da bulunmaktadır, fakat onlardan birini oraya vardığı zaman ölü bulur, diğer bilim insanları da garip davranmaktadır, hiçbiri olan biteni anlatmak için istekli görünmez. Bir de üzerine garip sesler ve geçmişten gelen acı deneyimler eklenir. Kris, olan biteni anlayabilecek midir? 

Merak uyandırıcı bir giriş oldu bence. :) 
 
Kitaba başlamadan önce konuyu okuyunca aklımda bol macera, gizem, bilinmeyen ya da tanımlanması güç olaylar vardı açıkçası. :) Her ne kadar abarttığım kadar olmasa da bu duyguları da yaşadım, hatta bazı yerlerde ciddi manada gerildiğimi de hissettim, aynı korku filmlerinde gösterilen ortamda kesin şimdi kötü bir şey olacak hissini yaşar ve tedirgin beklersiniz ya aynı o kıvama geldiğim satırlar vardı. 

Benim için sürpriz olan ise; felsefi ve psikolojik yönden doyurucu düşüncelerin satırlarda hayat bulmasıydı. Okurken birçok soru sorarken buluyorsunuz kendinizi ve onlara cevap vermeye çalışıyorsunuz. Kitabın bütünü akıcı ve anlatımı anlaşılır bir şekilde ilerliyor, her ne kadar gezegenler ve okyanuslar üzerine bazen teknik bilgilerle sizi zorlasa da araştırmaların gidişatını en anlaşılır bir şekilde ifade etmediğini söylemek haksızlık olur diye düşünüyorum. Bazı yerlerde olayın geride kalması ve sorgulayıcı düşünceler üzerinde kitabın ilerlemesi birçok yerde durağanlığa da sebep oluyor, bunu belirtme sebebim ise konusundan bahsederken ifade ettiğim gizem, merak olgusunun bu düşünceler arasında yedirilmiş olması, bir solukta okuyayım bir sürü aksiyon olsun diye ele alınırsa hayal  kırıklığına uğramak kaçınılmaz olabilir. 

Benim için güzel bir yolculuktu, altını çizdiğim birçok satır oldu, filmini de en kısa zamanda izlemeyi düşünüyorum. Hatta bazı satırlar şu şekildeydi:

Bilinç olmadan düşüncenin olması olanaklı mıydı? Ayrıca, okyanusta gözlenen süreçlere düşünce sözcüğünü kim yakıştırabilirdi? Peki herhangi bir dağ yalnız koca bir taş mıydı acaba? Gezegen dev bir dağ mıydı yoksa? Terminoloji hangisi olursa olsun, karşı karşıya olunan yeni ölçek, yeni normların ve yeni olguların önünü açtı. (syf. 33)

Katlanmış paraşütün kasnaklarına çöktüm, başımı ellerimin arasına aldım. Neye uğradığıma şaşırmıştım. Düşüncelerimin dizgini kopmuştu. Ne oluyordu bana? Eğer aklımı kaçırıyorduysam, ne kadar çabuk bilincimi yitirsem o kadar iyiydi. Birden yok oluvermek düşüncesi anlatılamaz ama hiç de gerçekçi olmayan bir umut uyandırdı içimde. (syf. 58)

İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı. (syf. 181)


*Alıntılar; İletişim Yayınlarının 2015 senesindeki VIII. basıma aittir.

Diğerlerinden Daima Bir Adım Önde Olanlar :)