12 Şubat 2020 Çarşamba

Émile Zola__Nana / #kom2020 /


Evet, yine bir klasikle merhaba. :) Arkadaşlarımla her aya bir klasik belirledik, bu ocak ayının kitabıydı, tabi ben anca paylaşım yapıyorum. Şubat kitabımız da Don Quijote, çok keyifli gidiyor. Keyifle yazacağımı düşünüyorum onun yorumunu ama henüz bitmedi tabi, bakalım. Hepinize bol kitaplı günler dilerim. 💚

____________________________________________________________

Natüralizmin kurucusu ve en önemli temsilcisi olarak görülen Emile Zola, bu akımın ilkelerini uygulama amacıyla Rougon-Macquart serisini kaleme almış, Nana da bu serinin içerisinde yer almaktadır. Yazar her kitabında olduğu gibi bu kitabı için de uzun yıllar araştırma yapmış, kitapta geçen mekanları gerçek mekanlardan seçmesinin yanı sıra sofrada sunulan yemekler gibi ufak ayrıntılara bile aynı önemi vermiş. Önsöz kısmında kitap hakkında bu tarz bilgilere yer verilmesi çok hoşuma gitti. Esere başlamadan önce güzel bir hazırlık süreci oldu benim için. :) 

Nana, çamaşırcı bir annenin ve sarhoş bir babanın kızı olarak dünyaya gelmiş ve çocukluğu yoksulluk içinde geçmiştir. Bir evlilik yapmış ve bir çocuğu olmuştur. Fahişelik yaparak yaşamını sürdürmektedir. Onun için gençliği ve güzelliği her kapıyı açmaktadır, öyle ki hiçbir yeteneği olmamasına rağmen sırf güzelliğinden dolayı tiyatroda kendisine yer bulmuştur. Nana’nın güzelliğini kullanmasını ve erkeklere her istediğini yaptırarak konumunu daha iyiye taşıma çabasını okuyoruz. Yazar bu hayatı anlatırken toplumun yaşayışına, ahlaki değerlere, ikiyüzlülüğe, çıkarcılığa ve bunun gibi birçok kavrama değiniyor. 

Nana benim için hem okuması kolay hem de zor bir eser oldu. Kitabın en başından beri yazar o kadar güzel kişileri ve mekanları tasvir etmiş ki ben de o mekanlarda geziniyor ve kişileri tanıyor gibi hissettim, bu da karakterlerin yaptıkları her davranışta sinirlenmeme ya da sevinmeme neden oldu. 

Nana’nın bazı zamanlarda çocuğuna olan özlemini dile getirmesi, kendisinin borç içinde yüzerken başkasına elindeki son parayı verebilmesi, sevdiklerine elinden gelen yardımı hiç düşünmeden yapması sizi ona yakınlaştırıyor, tam düzenli bir hayata geçiş yapacak derken tekrardan yanlış kararlar vermeye başlaması ise sizi sinirlendiriyor. Onu anlamaya çalışmak beni çok yordu, bazı yerlerde yaptıklarının hiç elle tutulur yanı yoktu. 

Kitapta en çok uzun betimlemeleri sevdim, özellikle tiyatroda geçen kısımlar, bana da kulis havasını soluma fırsatı verdi, tasvirlerinin çok ayrıntılı oluşu gözünüzde birebir canlandırabilme fırsatı veriyor, tabi bu tarz anlatımları sıkıcı bulanlar için işkenceye dönüşebilir o sayfalar. 

Nana merkezde gibi görünse de aslında yan karakterlerin bile bazı zamanlarda büyük rolleri vardı ve olayların gidişatını değiştirecek davranışlarda bulundular. Bunu ayrıca sevdim, tek Nana’nın geleceğini düşünmekle kalmadım diğerlerinin durumunu da merak ettim. 

Kitabın sonunu tahmin ediyordum ama bu sonucun nasıl olacağını kestiremiyordum, bir sürü seçenek belirlemiştim ama tutmadı. :) Sonuç olarak, yazarın Germinal kitabını okumuştum ve aşırı beğenmiştim, bunu da sevdim ama ondan birkaç tık daha az tabi.

Altını çizdiğim satırlardan bazıları şu şekildeydi:

- Sevmek, çok budalacaydı, hiçbir yere varmıyordu. (syf 195)

- Şu kırılgan insanlığının çatırdayıp çöktüğü o korkunç bunalım içinde neden hemen Tanrı'yı düşünmemişti? (syf 225)

- Doğru, dedi ikna olmuş bir ifadeyle, sevgi her şeyden önce gelir. (syf 232)

- Böyle bir gönül serüveni uğruna kendini harcamakla hata ediyordu; geçici hevesler yaşamı berbat ederdi. (syf 238)

- (..) içinden bir ses beğenilerle renkleri tartışmamak gerektiğini söylüyordu, çünkü günün birinde kimi seveceğimiz hiç belli olmazdı. (syf 248)

- Saygının bulunmadığı yerde sevgi olmazdı. (syf 307)

- Ölme şeklinin bir önemi yoktu, önemli olan soylu bir ölüm olmasıydı. (syf 332)


Alıntılar; Türkiye İş Bankası  Kültür Yayınlarının 2019 senesinin IV.Baımına aittir.
Fotoğraf; ortak okuma yaptığım arkadaşıma aittir. :)

1 Şubat 2020 Cumartesi

Hüseyin Rahmi Gürpınar__Efsuncu Baba / #kom2020 /


Kitap okumayı çok seviyorum ama Türk Edebiyatı'na gelince çok eksiğim var. Bu sene bu eksik yönümü biraz kapatmaya çalışacağım. Umarım başarılı olabilirim. İş Bankasının bu serileri bana ilaç gibi gelecek, eminim. 😇 

_____________


Başkahramanımız adından da anlaşılacağı gibi-Efsuncu Baba- büyülerle ve tılsımlarla uğraşan, yapacağı her işini uğurlu bir saate denk getirmeye çalışan, uğursuz saat ve günlerde hiçbir işini yapmayan, yazdığı tılsımlar sayesinde kendisinin ve çevresinin başına bir şey gelmeyeceğine inanan biridir. Öyle ki, bir tılsımla ölümcül hastalıklardan kurtulacağına inandığı gibi evine yaptığı tılsımlarla da hiçbir hırsızın evine giremeyeceğine inanmaktadır. Kısacası, her anını böyle yaşamaktadır.

Efsuncu Baba, eline geçen bir kitap sayesinde orada yazılanları gerçekleştirdiği takdirde bir define bulacağına inanmaktadır, kitapta yazılana göre bu defineyi iki tane insan kılığına bürünmüş melek sayesinde bulabilecektir. Agop ve Kirkor adlarında iki gençle karşılaşır. Ve böyle Efsuncu Baba’nın karşılaştığı iki iplikçi genci kitaptaki melekler sanmasıyla define arayışları başlar.

Bu iki gencin diyalogları şivelerle verilmiş ve her ne kadar anlaşılır olsa da -ki olmayan kısımlar dipnot ile çok güzel açıklanmış- arka arkaya okumak bir süre sonra beni zorladı ve ara vermek zorunda kaldım. Bir de bazı kısımlar bana orta oyunlardaki abartılı diyalogları hatırlattı, seyirciyi güldürmek adına abartılı konuşmalardan yararlanılmış gibiydi.

Ayrıca, her ne kadar kitap konusu define arayışı gibi görünse de aile bireylerinin de yaşadığı durumlar anlatılarak iyice karakterlerin içinde bulunduğu durum ve toplumsal yaşam yansıtılmaya çalışılmış ve anlatımın gidişatına yön verilmiş.

Define arayış macerasının anlatımı merak uyandırıcıydı, bu kadar kısa bir eser olmasına rağmen sonuç aceleye getirilmemiş ve ayrıntılı, birçok noktaya açıklık getirir şekilde sonuçlanmıştı. Kitaptan her ne kadar siz bir kıssadan hisse çıkartmış olsanız da bu durum yazara yeterli gelmemiş ki sonunda kendisi de vermek istediği mesajı açıkça ifade etmiş ve almamız gereken dersi bize aleni bir şekilde sunmuş.

Yazarın okuduğum ilk kitabıydı, bu kitapla tanışmış oldum kendisiyle ve beğendim, elimde olan diğer kitaplarını da severek okuyacağıma eminim. :)

Kitapta altını çizdiğim bazı satırlar şu şekildeydi:

- Şimdicek bu kederli dünyanın sefası yalnız tımarhanelerde kaldı... (syf 30)

- Mesele benim kabulümde, sizin rızanızda değildir... Kaderde olan şey kendi kendine olur... (syf 42)

- Görmeden her şeye insanırsan insanı çok kandırırlar... (syf 65)

- Hepimiz daima aldanıyoruz, fakat fırsat düştükçe aldatıyoruz. (syf 75)

-Hakikatın büyüklüğünü tanıyıp da onunla dost olamayanlar, o kılığa bürünmüş yalanlarla oyalanırlar. (syf 75)

- Her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar. Mesele, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı terbiye edebilmektedir. (syf 76)

- Bu dünya henüz büyük komik Molière çağından üç adım ileri gitmedi. Daima üstadın ebedi komedyaları tekrarlanıp duruyor. Yalnız sahnenin dekorları değişti. Tarzlar başkalaştı. İnsanın mayası hep o maya... Kötüler daha kurnazlaştı. Birbirine zarar verme ilerledi. Fenalık büyüdü. (syf 77)


*Alıntılar; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın 2019 senesinin IV.Basımına aittir. 
*Fotoğraf; Ortak okuma arkadaşıma aittir. :)

24 Ocak 2020 Cuma

Tomris Uyar__Otuzların Kadını


Tomris Uyar ile geç tanışanlardanım, bu okuduğum ikinci kitabıydı. İlk okuduğum kitabı Yaz Düşleri Düş Kışları'ydı. O kitabı merak edenler üzerine tıklayıp eski yazıma ulaşabilir. 😇 Bir okuma etkinliği için ikisini seçmiştik arkadaşımla. Diğer kitaplarından bir adım öne çıkmalarının sebebi de isimleriydi. Ben yazarı çok sevdim, diğer kitaplarını da ara ara alıp okumayı düşünüyorum. 💚
___________________________

Kitap, yazarın Otuzların Kadını’nı yazmaya çalışırken ne kadar zorlandığını ifade eden satırlarla başlıyor. Biçimsel sıkıntılardan söz ediyor: kağıt teksir mi olmalı yoksa pelür mü, harfleri italik mi yazsın yoksa normal mi vb şekilde içsel konuşmaların ardından aslında asıl sıkıntı ortaya çıkıyor; sözcükler. Yıllarca hüküm sürdüğü, her türlü şekle soktuğu kelimelerin Otuzların Kadını’nı gerçek anlamda yansıtamayacağını ve kendi iç dünyasının yansıması olarak kalacağından çekiniyor. Ardından gözü salondaki bir kadın portresine takılıyor, kitaba adını veren Otuzların Kadını’na. Ve böylece Uyar’ın düş mü gerçek mi dedirtecek anlatımıyla kitabın dünyasına giriş yapıyoruz.

Kitap, birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşuyor ve odak noktasını duvardaki portre oluşturuyor. Portrenin sahibinin kızının ağzından geçmişe yolculuk yapıyoruz. Portrenin sahibinin aslında yazarın annesi olduğunu bazı satırlarda fazlasıyla hissediyorsunuz.

Portrenin yapıldığı zamanlarda sahibinin neler düşündüğüne, düşlerine ve gelecekten beklentilerine, o heyecanına ortak oluyorsunuz. Bir portreye baktığınızda aslında sadece görüneni ya da görmek istediğinizi gördüğünüzü aslında arka planında ne hüzünleri, ne hayalleri barındırdığını size gösteriyor kitap.

Otuzların Kadını’nı yansıtan bir kitap gibi görünse de aslında her yaşın kadınını barındırıyor içinde: evliliğin yükünden sıkılmış bir eş, kendini yorgun hisseden bir anne, evladı ve eşi arasında kalan bir anneanne ya da hayalleri ve gerçekler arasında kalan bir torun. Bu yüzdendir ki sanırım siz birçok satırda aslında kendinizden ya da çevrenizdeki bir tanıdıktan da bahsedildiğini hissediyorsunuz, anlatılan karakteri eleştirirken bir nevi özeleştirinizi yapıyorsunuz ya da kendiniz yahut sevdiğiniz biri başarmış gibi mutlu oluyorsunuz.

Öyküler arası geçişlerde bazı zamanlar fazlasıyla yarım kalmışlık hissini yaşatıyor yazar. Tekrardan kaldığı yerden devam ediyor gibi görünse de aslında büyük bir boşluğun arada olduğunu hissediyorsunuz. Aynı hayat gibi.

Uyar, kadınların iç dünyalarını gözler önüne sererken dış dünyadan da soyutlamıyor bizi. Dönemin siyasi olaylarına, gençlerin eylemlerine, yaşanılan sıkıntılara, ekonomik sorunlara ya da kültürel çatışmalara da yer veriyor. Bunu yaparken üzerine çok yorum yapmıyor, size bir fotoğraf gibi sunuyor ve gerisini size bırakıyor.

Sayfa sayısının azlığına rağmen birçok duyguyu dolu dolu içinde barındıran bir kitap. Özellikle de kelime oyunları yapmadan basit bir anlatımla sizi etkileyecek bir anlatıma sahip. En azından benim için böyleydi, bana hitap eden bir yazım tarzı olduğu için ben beğenerek okudum.


Altını çizmekten keyif aldığım bazı satırlar:

- Belki de yazma eylemi, şu ufak tefek insan bedeninin koskaca bir dünyaya açılmasını sağlıyordur.(syf 14)

- (..) kitapçı dükkânı açmanız yerinde bir karar, bana sorarsınız. Her gün sevdiğiniz yazarlarla onları seven okurların arasında olacaksınız. Eski-kitap-kokusu duyacaksınız. (syf 32)

- Bir dudak boyası lekesi, bir parfüm kokusu, bir iki saç teli bulup haklı çıkmak geldi içinden. Arasa bulabilirdi de, ama boşuna bir çabaydı. Kocasının onu başka kadınlarla aldatma olasılığı bir yana, asıl onları kendisiyle arada bir aldatmasına katlanamazdı, hiçbir haklılık uğruna. (syf 45)

- Yaşamak, bir günü daha atlatmak demekti, o kadar. (syf 47)

- Acaba bizler, yara-almadığımıza, güçlü olduğumuza bu kadar inanan çocuklarımızın bir gün biz yok olduğumuzda duyacakları boşluğu nasıl hafifletebiliriz? Şimdiden başlamalı, ama nerden? (syf 50)

- Ama kırtasiye dükkanları dünyanın her yerinde aynı kokuyordu: kişiye yalnızlığını hissettiren, öte yandan da bir renk cümbüşüyle çevresini sarmalayan kışkırtıcı bir koku. (syf 55)

- Televizyonun Türkçemi giderek bozacağından kaygılanmam sizce yersiz mi? (syf 87)

Merhaba canım,
  Önce iyi bir haber: yalnızlığa sandığımdan daha çabuk alıştım. Aslında sensizliğe demek daha doğru, çünkü ne de olsa yalnızlığa baştan beri alışkınım. (syf 107)


*Alıntılar, Yapı Kredi Yayınlarının 2018 senesindeki VII.Baskısına aittir.
*Fotoğraf, ortak okuma yaptığım arkadaşıma aittir. 

16 Ocak 2020 Perşembe

Blog Yazmaya Nasıl Başladın? - Mim-



Öncelikle merhaba :)

Daha önce hiç mim yapma fırsatım olmamıştı, o yüzden blog dünyamda bu bir ilk, umarım okuyanlar için keyifli olur. Olur da sıkılırsanız diye acil çıkış kapıları için hemen yönlendirmemi yapayım: Beni mimleyen ve her seferinde iyi ki tanımışım dediğim Deep'in yazısı için tık tık ve diğer mimleyenim bu kış gününde ismiyle ısıtan arkadaşım İçimdeki Yaz'ın yazısı için tık tık (Ben görmeden kaçabilirsiniz🙈)

__________


Evet, bu aleme nasıl düştüğüme gelirsek, gerçekten de bir düşüş oldu benimki, damdan düşmüş tabiri tam bana uyuyor. 😊 Şöyle ki, kitap okumayı çok severim, genelde yeni kitaplar keşfetmek için ya da elimde olan  kitapları okumadan önce o anki ruh halime uygun mu diye anlamak için kitap bloglarını ziyaret ederdim. Bloggerların yorumlarıyla da o an bana iyi gelecek kitaplara öncelik verirdim. Arkadaşlarımla yaptığımız etkinliklerin ardından kitap yorumlarımızı yazardık ve onlar da sürekli bir blog açmamı ve kendi arşivimi oluşturmamı söylerlerdi. Sadece o an lafta kalırdı, açıkçası öyle bir isteğim yoktu, okumak bana yetiyordu. Zaten yazıyordum, sadece alanım bu kadar geniş değildi, kendime ve çevreme konuşuyor gibiydim. 😊Hoş hala çok ziyaret edenim yok, merak etmeyin yine biz bizeyiz. 🙊

Neyse, yine bir gün okuduğum kitap hakkındaki düşüncelerimi defterime not ederken abime yakalandım ve "iyi de bunları niye blog açıp yazmıyorsun ki, hem böylece farklı yorum ve öneriler gelir ve keyif aldığın sana ait bir sığınağın olur", dedi. Konuştu, konuştu, konuştu ve ben daha cevap vermeden beni bu dünyanın kapısından içeri itiverdi. 😊 

Kısacası, Deep yazısında burayı bir apartmana benzetmişti, bu ifade çok hoşuma gitti. O halde ben de eskiden sadece kapı kapı sizleri ziyarete gelen mahalle sakiniydim ama 2018 yılında blog apartmanında bir daireye taşınmış oldum. Buranın bir sakini olduğum için de çok mutluyum. Her gün yeni şeyler öğreniyorum sayenizde, iyi ki varsınız. 💚

___

Benim tanıdığım arkadaşlarımın çoğunu mimlenmiş gördüm, o yüzden yolu yazıma düşen ve yapmak isteyen herkesi mimlemiş olayım. :) 

Okuyan tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim, mutlu kalın. 😇

11 Ocak 2020 Cumartesi

David Grossman__Bir At Bara Girmiş




Çok değişik bir okuma deneyimi oldu benim için. Hani bazı kitapları okursunuz ve sevdiniz mi sevmediniz mi son sayfaya kadar net karar veremezsiniz, işte öyle bir kitaptı. 

Roman, bir stand-up’çının sahneye çıktığında neler anlattığı üzerine kurgulanmış. Gösterinin kahramanı: Dovaleh. Bir gün yıllardır görüşmediği hâkim olan arkadaşını arayarak gösterisini izlemesini ve sahnedeki kendisi hakkında düşüncelerini ona iletmesini istiyor. Neden çağrıldığını bilmemenin verdiği merakla hâkim arkadaş gösteriye gidiyor ve böyle ikisinin anlatımıyla gösteri başlıyor. Ben de kendimi bir mekâna bir şeyler içmeye gidersiniz ve arka fonda varlığını bilmediğiniz ama sırf oraya gittiğiniz için katıldığınız etkinliklerden birindeymişim gibi hissettim. Dovaleh’ın gösterisi için sandalyemi çektim ve kitabı okumaya başladım. 

Kendisini izleyenlere takılarak başlayan bu gösteri fıkralarla ve onlardan aldığı tepkilere verdiği cevaplarla devam ediyor. Fıkraların bazıları hatta birçoğu gerçekten de komik değil, bunu kabul ediyorum ama Dovaleh’ın onları anlattıktan sonraki tepkileri, beklentileri ve düşünceleri sizi mekânı terk etmekten alıkoyuyor. En azından benim için öyle oldu. Özellikle de Dovaleh sahne üzerindeki olayları size aktarırken, seyirciler arasında olan arkadaşının diğer seyircileri gözlemlemesi ve onlar üzerine yorumlar yapması sizin daha net çıkarımlar yapmanızı sağlıyor. 

Kitap bu seyirde ilerlerken anlatılan fıkraların gerçekçilikleri de bir yerden sonra artmaya başlıyor, daha çok güldürmekten ziyade aslında hüznün yer aldığını konulara geçiş yapıyor. Kendi hayatından ve ailesinden verdiği kısa örneklerle de okuyucuda merak duygusu oluşmaya başlıyor ve kitabın yarısından sonra ise gösteri birden Dovaleh’ın hayatında önemli bir yere sahip olayın anlatılmasına geliyor. Kitabın bu kısımları beni daha çok bağlayan noktaydı, çünkü hâkim arkadaşın da o olayın geçtiği yerde olması ve içten içe kendisine sataşmasından korkması, acaba arka planda ne var dedirtiyor? Basit ama insanı meraklandıran bu kurgu da işte beni kitaba bağladı. 

Komediden çok trajediye dönüşen bu süreç, daha çok iç hesaplaşmaların olduğu bir hayat travmasını gözler önüne seriyor. Dovaleh’ın merkezde olduğu ama etrafındaki herkesin nasibini aldığı bir hesaplaşma bu. Benim en çok sevdiğim kısımlar da bu satırlardı. 

Dovaleh her ne kadar kendisi için önemli olan bu olayı anlatırken seyirciyi de kendisine bağlamak istiyor ve şakalardan, fıkralardan yararlanmaya çalışıyor ama yine de birçok seyircinin mekânı terk etmesine engel olamıyor. Onunla gönül bağı kurulabilen bir avuç seyirciyle- ki onlardan biri de benim- bu gösteriyi tamamlıyor. Bu yüzden de tavsiye etmekten çekineceğim kitaplar arasına koydum kendisini ama ben mekânı terk etmeyip gösteriyi tamamladığı için memnun olanlardanım. :)

Altını çizdiğim satırlardan bazıları şu şekildeydi:

Kendi kendisini incitmekte bu kadar başarılıyken başkasına neden gerek duyduğunu merak ediyorum. (syf 16)

- Söylediklerini dinlemek bazen kitap okumak gibiydi. (syf 67)

- Soru sormayı da dinlemeyi de biliyordum. (syf 115)

- Aşk sarhoşuydum; kurtuluş hissi gibi bir şey ve uykusuzluk başımı döndürüyordu. (syf 115)

- Kendimi o kadar az anlıyorum ki... Şu son yıllarda kendimi anlamadaki aczim her geçen gün katlanarak artıyor. (syf 133)

- Kafam bin türlü düşünceyle alev alev yanıyor, her şey unufak oluyor, eziliyor, beynimin içi çarşamba pazarı gibi karman çorman, aynı anda o kadar çok düşünce fink atıyor ki, kendi aklımın yolunu bulamıyorum bir türlü. (syf 145)
- İnsanların dünyadaki günleri sayılıdır, unutma, sen sen ol, o sayılı günleri onlar için hoş kıl. (syf 152)

- Belki bir saatten de azdı, on beş dakikaydı belki, tam emin değilim, insan çocukken zaman da farklı oluyor. (syf 174)

- (..) sevgili Fernando Pessoa'mızdan alıntı yaparak şöyle fısıldadığını duyabiliyorum kulağıma: 'Bütün olmak için, var olmak yeter de artar.' (syf 214)


*Alıntılar; Siren Yayınlarının 2019 senesindeki IV.Baskısına aittir.

6 Ocak 2020 Pazartesi

Yalçın Tosun__Peruk gibi Hüzünlü



Önceden okuduğum bir kitaptı, yağmurlu bir hava var yaşadığım yerde dün geceden beri, aklıma geldi, hüzün kokusu yağmur kokusuna karışsın biraz. 
_____________________

Yazarın okuduğum ilk kitabıydı, çok sevdiğim bir arkadaşımın hediye etmesiyle tanıştım yazarla, bundan sonra da kitaplarını okuma listeme alacağım. 

Kitap 4 bölümden oluşuyor, her bölümde 4 hikaye var. Her bölüm yazarın aynı isimli şiirinden bir alıntıyla başlıyor. Hatta bu şiir Mabel Matiz tarafından da çok güzel yorumlanmış, insanın içine işliyor. Kitaba ara verdiğinizde ya da bitirdiğinizde dinlemenizi tavsiye ederim, hikayelerin etkisini daha da kalıcı kılıyor. Hatta şu an yorumu yaparken dinliyorum. Belki siz de dinlersiniz diye yazının sonuna ekliyorum.

Hikayelerin konularına bakınca, kadınlara, erkeklere, ensest mağdurlarına, eşcinsellere, aşıklara ve aklıma gelmeyecek hayatın her kesiminde karşılaşabileceğimiz olaylara yer verilmiş. Kitap, elinize aldığınızda bir oturuşta bitireceğiniz akıcılıkta olmasına rağmen ne yazık ki anlatılan hikayelerin içeriği size dayak yemiş hissi verdirtebiliyor, o an sadece sayfaya bakakalıyorsunuz, hatta bazen yanlış mı anladım diyerek bir kaç satır geriye dönüp üzerinden geçtiğiniz cümleler oluyor. 

Kitapta hoşuma giden bir diğer husus ise; bazı davranışlar o kadar tanıdık ki o sahne hemen gözlerinizin önüne geliyor, hoşunuza gitmeyen bir konu konuşulduğunda camdan dışarı bakmak ya da ben bir çay suyu koyayım diyerek ortamı terk etmek, yemeğin tadının tuzunun o an en önemli mevzuymuş gibi dile getirilmesi vs. duygu aktarımları çok gerçekçi ve de ruha dokunur şekildeydi, en azından benim için öyleydi. 

Bazı hikayelerden sonra ve kitabı bitirip kapağını kapattığımda bir süre düşündüm, düşündüklerim ruhuma ağır geldi ve içimden ben en iyisi bir çay suyu koyayım diyerek kitabı rafa kaldırdım.

Öykü okumayı seven biri olduğum için benim hoşuma gitti, ilgilisine de tavsiye ederim. :)

Altını çizdiğim bazı satırlar şu şekildeydi:

- Her şey her zaman olduğu gibi insanın kendisiyle ilgiliydi işte, kendisiyle ve hissedip söyledikleriyle. (syf 31)

- Ağlamazken bir insanın bu kadar hüzünlü görünebileceği aklına gelmemiştir. (syf 58)

- Amaçsızca ve bir anda karar verilerek çıkılan yolculukların ilham verici, hatta kimi zaman yenileyici olduğu söylenir. (syf 68)

- Neden ben onlar gibi değildim sanki? Neden değişmiyordum hiç? Bir kez bile bir şeyi hafife alarak oluruna bırakmıyor, bir kez bile boş veremiyordum. (syf 71)

- Aşk gözümü kararttı işte, bazen onun da herkes gibi etten kemikten bir insan olduğunu unutuyorum. (syf 76)

- Her şeyi sevemez ki insan, yaralanarak hiç sevemez. (syf 88)

- İnsan kalbidir gün gelir soğur. Onunki de soğudu, acısı dayanılır oldu. (syf 105)

______________________________________________________________




Diğerlerinden Daima Bir Adım Önde Olanlar :)