24 Aralık 2018 Pazartesi

Sabahattin Ali- Çakıcı'nın İlk Kurşunu




Yazarın ardında bıraktığı bir sandığın içinden çıkan hikaye, şiir ve yazılarından oluşan bir derleme kitap. Sevdiğim bir yazarın sakladığı sırlarının ortaya çıkması, gizli dünyasına açılan bir pencereden ona bakmak gibiydi. Bazı öyküleri için keşke yayınlamasaydım diyen biri için yayınlamadığı yazılarını gün yüzüne çıkarmak ne kadar doğrudur bilemiyorum ama okuma fırsatını yakaladığım için de kendimi şanslı bulanlardanım. 

Kitabın önsözünde bu kitabın ortaya çıkışına, hazırlanış sürecine ve sunulan içeriklere dair bilgiler veren detaylı ve doyurucu bir önsöz vardı. Bazen okunmadan geçilen bu kısımların kitabı okumaya geçmeden önce güzel bir hazırlık ortamı yarattığını düşünüyorum. 

Kitabın ilk kısmında karşımıza hikayeler çıkıyor, en uzun hikayesi de kitabın adını aldığı Çakıcı’nın İlk Kurşunu’ydu ve ben en çok bunu sevdim, benim için daha bir doyurucuydu, diğer hikayeler kısa olduğundan mıdır ya da benden kaynaklı mı bilmiyorum ama beni etkisi altına alamadı. Bir hikayesi de tamamlanmamıştı, aslında çok malzeme çıkacak bir konusu vardı, eminim ki devamı gelseydi bol betimlemeli ve olaylı bir öykü olurdu. :) 

İkinci kısım şiirlerden oluşuyordu, sol sayfasında kendi el yazısıyla yazılmış, orijinal metinlerin yer alması sağ kısımda da günümüz Türkçesiyle yer almasını çok sevdim, hatta bazı şiirlerin yanına küçük küçük çizimler yapılmış, şiirin içeriğini yansıtan minik figürler ayrı bir güzellik katmıştı. Sabahattin Ali’nin çizim yeteneğini bu kitap sayesinde keşfettim diyebilirim, kitabın sonunda birkaç resim çalışmasına da yer verilmiş. 

Yazarın düşüncelerini anlamada son kısımda yer alan yazılar bölümü en güzel kısımdı. Özellikle kadına dair yaptığı konuşma gerçekten çok anlamlıydı, çok beğendim. Altı çizilesi çok satır vardı. 

Kitabın bir bölümünde de yazmayı planladığı kitap isimleri ve kısaca ne üzerine olacağına dair notlar vardı, keşke yazabilseydi de benim gibi seven okurları da okuma fırsatı bulabilseydi. Bu kitap hakkında diyebileceğim, evet diğer kitaplarına oranla daha az etkileyiciydi ama yazarın yazın dünyasında bir adım daha atmış oldum.


Altını çizdiğim bazı satırlar: 

Hayatta fikirler çok büyük, kafalar çok küçük... (syf. 18)

Ben onun uzak bir işaretiyle derhal hayatımı veririm. 
   Acaba o..
   Bana elini verecek mi?..
   "Hayır..."
(syf. 27)


Hiç kimse hiç kimseyi yükseltmez, herkes kendi kendisini yükseltmek mecburiyetindedir. (syf. 117)

Kadın bir erkeğe varmaz, kadın bir erkeğe verilmez ve bir erkek bir kızı almaz, (almak, vermek) bu tabirler kadını kıymetten düşüren, ona ahkar (en hakir) mahiyeti veren şeylerdir ve her şeyden evvel bu zihniyeti kadınlarımız kafalarından çıkartmalıdır; bilmelidirler ki iki cins birbirleriyle hayatlarını birleştirirken yuvaya getirdikleri aynı kıymette şeylerdir ve koca mal sahibi değil, ortak, hayat ortağı demektir. (syf. 118)

Bize yeni bir hayat getirecek yeni bir nesil, yeni bir hamle, yeni bir dünya görüşü gerek... (syf. 128)

- (..) insan sevmekte de, nefret etmekte de hürdür. (syf. 135)


*Alıntılar; Yapı Kredi Yayınları'nın 2017 senesindeki 18. basıma aittir.

20 Aralık 2018 Perşembe

Aziz Nesin'den Mahallenin Kısmeti



Bu ayın Nesin kitapları arasındaki kısmetim de bu kitapmış, iyi ki de öyle olmuş, çok keyif alarak okudum. 

Kitabın adını veren ilk öyküsü en uzun olandı, bir nevi roman tadındaydı, genelde kısa öyküleri ağza bir parmak bal çalmış hissi yaşatırken bunda kendimi kovanın içinde bulduğumdan ötürü ayrı bir sevdim, olayın gelişim sürecinin ayrıntılı olması ve karakterlerin kendine has özelliklerinin betimlemelerle ifade edilip kafada canlandırmaya yardımcı olması sevdiğim yönüydü. Bazı satırlarda film seyredercesine olayı yaşayıp güldüğümü itiraf edemeden geçemeyeceğim. :) 

Diğer öyküleri de her zamanki gibiydi, kısa olmasına rağmen vermek istenen mesaj tek cümlede bile sayfalar okumuşsunuz gibi etki ediyordu. Bazı öyküleri roman olacak malzemeye sahip olduğu için kısa olmalarına bazen içerliyorum ama yine de aslında az kelimeyle çok şey okudum en azından diyerek kendimi teselli ediyorum. 

Genelde her okuduğum kitabının ardından yazdığı kişileri. olayları nasıl buluyor ya da hiç yazdığı gibi kendinin de eleştirilme ihtimali düşündüğü oluyor mu diye aklıma gelirdi, yazdığı son dört hikaye öncesi karakterler hakkında kısa bilgi verip bu hususa değinmiş, onları ayrı bir sevdim, birebir yaşandığını ifade ettiği için olabilir. :)

Kısacası, yazarın tarzını severler için tavsiye ederim.

Kitapta altını çizdiğim bazı satırlar:

- İnsanın bir türlü sırtından atamadığı taşınması en zor yük, kendi ağırlığıdır.


- Kötü kişileri yermek, yazar için ne denli kolay, ne denli rahatlatıcıdır. Yazar için zor olan, sevdiği kişileri eleştirmektir. (syf. 177)


-   - Siz, dedi siz? .. Siz misiniz? 
    +Evet... dedim, evet ben...
     Elimi sıktı,
   - Hoş geldiniz, ben sizin okurlarınızdanım. Hiçbir yazınızı kaçırmam.

      Bir yazarı bundan daha çok sevindirecek bir olay var mıdır? Bir küçük ilçede, karanlık bir gece, bir okurunuz kör bir ışıkta sizi tanıyor.
(syf. 178)

*Alıntılar; Kardeşler Basımevi'nin 1981 yılındaki 8.basıma aittir.

18 Aralık 2018 Salı

Marcel Proust - Guermantes Tarafı (Kayıp Zamanın İzinde-Üçüncü Kitap)





Kayıp zamanın izinde serisinin bitirdiğim ikinci kitabı-çiçek açmış genç kızların gölgesinde-nin ardından verdiğim ara nihayet son buldu, arkadaşımla ortak okuma yaptığımız için ikimizin de işlerinin sürekli çakışması sonucu Guermantes’in Tarafı’na başlamamız zaman aldı. Bu durum aslında benim açımdan daha iyi oldu, çünkü o kadar çok okuma isteğiyle dolup taştım ki başlayacağımız anı gözler oldum, her ertelediğimizde birbirimizi teselli eder konumdaydık. Bu durumumuz aynı kitabın başlarında sürekli Françoise’e seslenen ev halkına karşı kendisinin ‘pirelendiler yine’ diye söylenmesi gibiydi. :) Hazır kendisinden bahsetmişken kendisinin kitapta kilit karakter olduğunu düşünmeden edemiyorum, bazen öyle bir anlarda çıkıp sadece bir cümle söylemesi bile kitabın atmosferini birden değiştiriyor, en sevdiğim sayfalar onunla renklenen satırlar diyebilirim.

Proust gibiyim şu an, aklımda o kadar çok şey var ki anlatmak istediğim, uzun uzun, her önemsiz gibi görünen ama onun kaleminde –vay be, aslında ne kadar da anlamlıymış aslında- dedirten düşüncelerle dolup taşıyorum. Eminim birçoğundan bahsedemeyeceğim ama onların etkisini benzer yaşadığım durumlarda anımsayıp kendimle konuşacağım.

Kitap, diğer kitaplar arasında en uzun olan ve okuduğum iki kitaba oranla daha dolu dolu ve karmaşık olanıydı diyebilirim. Tabi ardından gelen kitapları okumadığım için nasıl sürprizlerle karşılaşacağım merak ediyorum. İki bölümden oluşuyordu, benim için en akıp giden ve anlaşılır olan ilk bölümdü. Her zamanki gibi ev hayatlarına konuk olup ara ara kendisiyle gezintiler yaparak sayfaları çevirdim. Konuklarla araya gelinen zamanlarda da Dreyfus Olayı’na* dair konuşmalara tanıklık ettim. Bu sayfalarda en sevdiğim özellik, her iki görüşü dile getiren tarafın da olmasıydı, birbirini çok güzel dengeleyen konuşmalar okuyucu bir tarafa karşı yönlendirmiyordu. Bu bölümün sonlarına doğru büyük annesiyle olan konuşmalar, ona karşı olan hislerini dile getirmesi ve ikilemde kaldığı zamanlardaki çaresizliği beni derinden etkileyen satırlardı. İkinci bölüm, beni en zorlayan kısımdı. Sürekli bir davetten diğerine gitmek beni çok yordu. :) Özellikle de dük, düşes, prensesler vb ünlü konuklar arasındaki üstünlük savaşları arasında kalmak ve sürekli isimlerin artarak çoğalması çok yorucuydu, bazı satırlarda kim kimdi demekten olaya odaklanamayıp satırları birkaç kere okumam gerekti. Kendimi, annesinin yanında güne gidip de köşede yemek yiyip ortada dönen muhabbetleri takip etmekten yorulan çocuk gibi hissettim. Dedikodular arasında arada konuşulan sanat ve edebiyat konuları en sevdiğim kısımlardı. Hazır dedikodu demişken, ben de kahramanımızın aşk hayatı hakkında bir iki laf söyleyeyim hemen, açıkçası nasıl sonlanacak merak ediyorum, kendisinin ölüp bitmiş hallerinden, kozasından yeni çıkan kelebek kadar heyecanlı hallere aniden geçişi beni şaşırtmaya devam ediyor.

Diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitapta da bazı konuşmalar arasında ileride çözümlenecek bazı olayların sinyalleri verildi, merak tohumları ekildi. Umarım merak ettiğim kadar etkileyici satırlar olur. Bu arada her kitabında belirtmeden geçemediğim, bana kitabı sevdiren ise tabi ki betimlemelerdi. Yine çok güzel tespitleri vardı, basit bir olayı bile sıradanlıktan çıkarttığı beni kendine hayran bırakan cümle dizilişlerine sahipti. Tabi Roza Hakmen’in takdir etmeden duramadığım eşsiz aktarımını da göz ardı etmeyeyim, ben okurken yolumu kaybettiğim olurken kendisi ne kadar güzel çevirmiş.

Bu yolculuğuma kısa bir ara veriyorum, en kısa zamanda tekrardan kayıp zamanda iz sürmeye devam edeceğim. Keyifli okumalar.


Kitapta altını çizmekten kendimi alamadığım bazı satırlar:


- Uzaktaki şeyler bazen yakındakilerden daha tanıdık olabilir bizim için. (syf. 22)

- Ne tuhafsınız! Sizin yeteneğiniz bende olsa, herhalde sabahtan akşama kadar yazardım. Siz boş oturmayı daha çok seviyorsunuz. Ne yazık ki, her an çalışmaya hazır olanlar, benim gibi sıradan insanlar; kabiliyetli olanlarsa çalışmak istemiyor! (syf. 69)

- Düşüncesi neyse insan odur; düşünce sayısı insan sayısından çok daha az olduğu için de, aynı düşünceyi paylaşan bütün insanlar benzerdir. (syf. 100)

- İşin doğrusu şu ki ben bu dünyaya ait değilim; kendimi sürgünde hissediyorum burada; beni burada tutmak, başka bir âleme kaçmamı önlemek için yerçekimi yasasının bütün gücüyle uğraşması gerekiyor. Ben başka bir gezegene aitim. (syf. 147)

- Her insan uzaktan gördüğü, başkalarında gördüğü şeyi daha güzel görür. (syf. 225)

- Tıp, hekimlerin birbirini izleyen, çelişkili hatalarının bir özeti olduğundan, en iyi hekimlere başvururken, birkaç yıl sonra yanlışlığı ortaya çıkacak bir doğruya başvurma ihtimalimiz yüksektir. Yani tıbba inanmak, çılgınlıkların en büyüğü denebilirdi, eğer tıbba inanmamak daha büyük bir çılgınlık olmasaydı; çünkü uzun vadede hataların üst üste yığılmasından, bir takım doğrular ortaya çıkmıştır. (syf. 287)

- Güzel müziklerin, güzel resimlerin, binlerce inceliğin tadını çıkarırız, ama onları yaratanlara nelere mal olduğunu, ne uykusuzluklara, gözyaşlarına, ihtilaçlı gülmelere, kurdeşenlere, astımlara, sara nöbetlerine, hepsinden beter olan ölüm korkusuna mal olduğunu bilmeyiz. (syf. 293)

- Şüphesiz, bir yazarın ancak ölümünden sonra ün kazandığı olur. (...) Ölü bir yazarın ünü, hiç değilse kendisine yorgunluk vermez. Adının şaşaası, mezartaşında son bulur. Ebedi uykunun verdiği sağırlıkla Şöhret tarafından rahatsız edilmez. (syf. 315)

- Hiç şüphesiz, ne kadar önemsiz bir ilişki olursa olsun, ilişkilerimizin değiştiği bir insanı ne zaman tekrar görsek, iki dönemin karşılaşması gibi bir şey olur. (syf. 340)

- Öte yandan Albertine, benim özellikle sevdiğim bir dizi deniz manzarasının izlenimleriyle çevrelenmişti. Bana öyle geliyordu ki, Albertine'in iki yanağını öpmekle, bütün Balbec sahilini öpmüş olurdum. (syf. 352)

- Hayatta zaten yeterince çirkinlik var. Hiç değilse okurken o çirkinlikleri unutsak, daha iyi olmaz mı? (syf. 479)



*1894 yılında Yahudi asıllı bir yüzbaşı düzmece bir mahkemede vatan haini olarak yargılanmıştır. Yüzbaşı Alfred Dreyfus genelkurmayda çalışan düzgün bir subaydır. Bazı Fransız silahlarının yeni teknik özelliklerini Almanlara bildirmekle suçlanıyordur. Dreyfus affedilip itibarı iade edilse de onu suçlayanlar ve suçlamayanların kavgası devam eder. Fransız ordusu bütün kıta Avrupa’sı ordularına kendi Dreyfus düşmanlığını da yaymıştır.

*Alıntılar; Yapı Kredi Yayınları'nın 2018 senesindeki XII.basıma aittir.
*Fotoğraf; ortak okuma arkadaşıma aittir.

10 Aralık 2018 Pazartesi

Platon - Sokrates'in Savunması



Kitabın girişinde, Sokrates'in kendi davası için mahkemenin bahçesinde beklerken bir din adamıyla yaptığı konuşmasını okuyoruz, daha ilk bölümde Sokrates'in kendine güveni ve sakinliği sizi ele geçiriyor, kendi davasını unutup karşısındakinin sorununu ele alıyor ve bunu yaparken de sakince doğruya yöneltecek sorular soruyor ve siz de kendinizi cevaplamaktan alamıyorsunuz, aynı sayfada saatlerce takılıp Sokrates'e cevap yetiştiriyorken kendinizi bulmanız mümkün. 

Daha sonra mahkeme sürecine geçiş yapılıyor ve Sokrates'in savunmasını ve davalıların konuşmalarına tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar sonucu biliyor olsanız da her ortaya atılan düşüncede umutlanmadan ya da eleştirmeden duramıyorsunuz, en azından bana öyle oldu. :) Dediğim gibi sorular havada uçuştukça insan düşünmeden edemiyor, her ne kadar satırları okumaya devam etseniz de aklınızda sürekli farklı cevaplar dönüp duruyor. 

Son bölüm ise Sokrates'in ölüme gittiği anda yanında olan kişinin bir başkasına o anları aktardığı diyaloglardan oluşuyor, beni en çok etkileyen satırlar bu bölümdeydi, ölümün yanı başında olduğunu bildiği halde hala ruh, ölümsüzlük, intihar gibi kavramlar üzerine tartışmaların devam etmesi, beyin jimnastiğinin dozunun artmış olması okuyucu olarak etkileyiciydi. 

Kitabın çeviri diline gelirsek, evet günlük bir dil kullanılmış, bazı diyaloglar birkaç kelimelik cümlelerden bile oluşabiliyor ama yine bu elinize alıp öyle okuyup geçeceğiniz bir kitap değil, cümleler basit ama anlamlar derin diyebiliriz. Dipnotların olması okumayı kolaylaştırıyor ama ben kitabın arkasından çok, sayfa altında yer almasını isterdim, sürekli arkaya dönüş yapmak o an anlatımdan koparabiliyor. Bazı mitosları hatırlamak da güzeldi. 

Kısacası, bana hitap eden bir kitaptı, kitabı birkaç yıl sonra tekrardan okumayı düşünüyorum, eminim ki şu an fark edemediğim birçok şeyi o zamanlar daha farklı yorumlayacağım. 


Okurken üzerinde durup düşünmeden edemediğim satırlardan bazıları; 


- O, hiçbir şey bilmediği halde bir şeyler bildiğini sanıyor, oysa ben hiçbir şey bilmemekle birlikte bunun bilincindeyim. Bu durumda, hiçbir şey bilmediğimi bildiğim için, az da olsa ondan daha bilgeyim sanırım. (syf. 36) 


- Ölümün insanoğlunun başına gelen iyiliklerin en iyisi olup olmadığını kimse bilmiyor, ama güya başa gelebilecek en büyük kötülük olduğunu sandıklarından ondan korkuyorlar. Birinin bilmediği bir şeyi bildiğini sanması cehaletin en utanç verici türü değil midir? (syf. 47) 


- Her tehlike türü için ölümden sakınmanın birçok farklı yolu vardır, yeter ki tehlikede olan kişi her şeyi söyleyecek ve her şeyi yapacak kadar utanmaz olsun. Ancak beyler dikkat edin: Ölümden sakınmak o kadar zor değildir, zor olan kötülükten sakınmaktır, çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar. (syf. 59) 


- Bedenin basiretsizliğinden kurtulup arındığımızda, arınmış varlıklarla birlikte olacağız ve kendi imkanlarımızla arınmış bilgiye ulaşacağız. Gerçek dediğimiz şey belki de bu bilgidir, çünkü arınmamış olanın arınmış olana değmesi kabul edilemez. (syf.101) 


- Ömrümüz boyunca erdem ve bilgelik kazanmak için elimizden geleni esirgememeliyiz, çünkü ödülü güzel olduğu gibi verdiği umut da büyüktür. (syf. 172) 



*Alıntılar; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın 2017 senesindeki XI. baskısına aittir.

27 Kasım 2018 Salı

Umberto Eco ile Önceki Günün Adası'na Yolculuk



Eco’nun yazın dünyası benim için matruşka bebek gibi, ne zaman bir kitabını okumaya başlasam ilk sayfalardan itibaren romanın içinden başka bir roman çıkıyor, o olmazsa konu başka bir konuyu doğuruyor ve sürekli bu artarak devam ediyor, kitabın son sayfasına kadar sürekli bir beklenti içinde kalıyorsunuz. Bu kitabı da hafif bir durağanlıkla başlayıp kitabın sonlarına doğru merak ve bilgi yoğunluğunu arttırarak devam etti, o yüzden belli sayfadan sonrasını daha bir istekle okudum. Yalnız, Eco okuyanlar bilir bilmeyenler için belirtmeden geçmeyeyim, daha bir istekle okudum dememden kitap akıp gitti beni yormadı anlamı çıkmasın, birçok konuşmada kaybolma hissini derinden yaşadım, ne diyor neyi anlatmak istiyor, ben doğru mu anladım ya da anladım mı sandım dediğim çok nokta oldu. 

Kitapta bir sürü matematiksel yapı var, sayılar, terimler sayfalarda uçuşuyor, siz hepsini anlayamasanız da -benim için öyle olduğu tartışılmaz :)- bir ucundan yakalamak için sürekli zihninizi aktif tutuyorsunuz ve anlamaya çalışıyorsunuz, hatta bazen kendinizi bir boşlukta savrulup gidiyor gibi hissettiğiniz oluyor. Roberto karakterinin geminin içinde bazen yolunu kaybetmesi ya da farklı yerler keşfetmesi için Eco bir röportajında ben bu romanı oluştururken o gemiyi iç dizaynı da dâhil parça parça tasarladım, çizdim, çok uzun zamanımı aldı, böylece karakterimi geminin her santimetre karesinde istediğim gibi hareket ettirebildim, hatta editör bana çizimimi de yayınlamamı istedi ben de karşı çıktım, okuyucuların bunu bilmemesi gerektiğini onların da kahraman kadar kendilerini kayıp hissetmeli dedim, der. Okurken romanı yaşamanız bir nevi kaçınılmaz oluyor. :) 

Gerçekliğin ve hayal gücünün birleşimi, şimdiki zamandan geçmişe yapılan sıçramalar, belli kavramlar üzerine gerçekleştirilen sorgulamalar, kahramanın aşka ve ölüme dair düşünceleri, çaresizliğini yansıttığı satırlar, yapılan bilimsel konuşmalar, somut kavramlara soyut anlamların yüklenmesi ve bunun gibi birçok olayın yer aldığı sayfalarla bir gemiye misafir oluyorsunuz. 

Başka bir röportajında Eco, yazdığı birçok olayın okuyucuları tarafından acayip, saçma ve imkansız gibi göründüğünü fakat bunun aksine onları birçok kaynaktan araştırıp bulduğunu ve tamamıyla doğru olduğunu söylüyor, hatta buna örnek olarak da Önceki Günün Adası’ndan Peder Caspar ile Roberto’nun Jüpiter’in uyduları gözlemlemek için tuhaf yağ dolu bir leğen gibi kaba tripod benzeri bir aletle teleskop bağlamalarını ve gözlem yaparken yaşadıkları olayı gösteriyor, onların yaşadıkları maceranın gerçekçiliğine bakmaları için Galileo’nun mektubunu okumalarının yeterli olduğunu söylüyor, her şeyin orada yer aldığını hiçbir ekleme yapması gerekmediğini belirtiyor. Yapmaya çalıştığı şey için de, tarihte geçen en saçma şeyleri ortaya çıkarıp onları daha acayip, paradoks hale getirerek tekrar kaleme almak olduğunu söylüyor. 

Gerçekten de büyük bir araştırmanın ürünü olduğunu kitap size fazlasıyla hissettiriyor, akıcı bir olaydan çok bilgiye doyayım o sırada da birçok altı çizilesi cümle üzerinde durup düşüneyim diyorsanız Eco sizin için doğru tercih olabilir. 

Benim altı çizilesi cümlelerinden birkaçı da şu şekilde yer aldı defterimde: 

- İnsan herkesin yüreğine girmesine izin vermemelidir. İhtiyatlı ve sakıngan bir suskunluk, bilgeliğin en değerli hazinesidir. (syf. 107) 

- (..) kimi zaman sevdiği bir insandan yoksun kalan kişinin başına geldiği gibi, yavaş yavaş o insanın yazgısı için değil, kendi yeniden bulunmuş yalnızlığı için ağladı. (syf. 306) 

- (..) hiçbir şey yalnızlık kadar kuşkuyu körüklemez ve hiçbir şey hayal kurmak kadar kuşkuyu kesinliğe dönüştürmez. (syf. 329) 

- Var olduğumuz sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise biz yokuzdur artık. (syf. 417) 


*Alıntıları aldığım kitabım; Can Yayınları'nın 2001 senesindeki IV. baskısıdır.

20 Kasım 2018 Salı

Aziz Nesin-Sizin Memlekette Eşek Yok mu?



Bu ayın Nesin dozunu da bu kitapla almış bulunuyorum. Yazarın başka kitabına ait yazımda, yeni kitaplarla tanışmamı sağlayan Abdullah Özer'in yorumundaki tavsiyesi üzerine öne aldım, iyi ki de öyle yapmışım, unutmadan teşekkürümü edeyim, sonra lafa başlayıp demek istediklerimin birçoğunu demeden bir sürü şeyden bahsediyorum. :)

Benim için bu kitap şu ana kadar okuduklarım arasında kendimi yazara daha yakın hissetmemi sağlayan diyebilirim, hoş her kitabının ardından buna benzer kelimeler mutlaka söylüyorum. :)

Kitap, önsözüyle beni etkilemeye başladı, Aziz Nesin’in okuyucularından gelen sorulara cevap vererek bu kitabı nasıl oluşturduğuna açıklık getirmesi ve bunu samimi şekilde dile getirmesi hem gülümsetti hem de derya deniz misali olan eserlerinin arasından sadece bir iki damla bulacaksınız demesi merak ettirdi. Açıkçası yazarın seçkisi olduğu için acaba benzer sevdiklerimiz var mı diye de sayfaları ardı arkasına çevirdim. 

Kitapta, ‘Seyis Atı’ adında bir öykü vardı, bu atın özelliği önündeki atın davranışına göre koşması ya da durmasıydı, ben de kendimi kitabı okurken böyle hissettim. Kitap, bir anıyla başladı ve benim gözlerim çok doldu, yazarın Vakıf’ta çocuklara olan ilgisi, sevgisi ve en zor zamanda bile onlar adına düşünmeye çalışması beni çok etkiledi. Ardından gelen öyküler de bu kadar olmasa da güldürmeyen tarzda olduğu için o duyguyu sürdürdüm, tam bu hisle ilerlerken birden yazar bu atmosferi dağıttı ve açıkçası bazı öykülerde kahkaha attığımı hissettim, birçoğunu daha önce okumuş olamama rağmen hiç okumamışım gibi aynı etkiyi hissettim. Sadece gülme biraz da düşün dediği satırlara da rastladım, karakter isimlerini değiştirdim ve aslında dolaylı-dolaysız içinde bulunduğum durumlara da rastladım. Hiçbir şey değişmemiş, artık da değişmez dedim, sonra da belli mi olur dedim teselli ettim kendimi. :) En son kısımdaki taşlamalar ise ayrı bir nokta atışına sahipti. Dize dize yazıldığı için ben arka arkaya okumak yerine hikâyeler arasına birer tane alarak okudum. Benim için daha doyurucu oldu. 

Ara vererek okumama rağmen kendimi yazarın ardından koştur koştur bir nefeste okumuş gibi hissettim. Her zamanki gibi keyif aldım, bir sonraki eseriyle buluşana kadar bazı karakterleri kendi içimde hatırlayıp anarım kesin.

Altını çizdiğim satırlardan bazıları;

- Her ne olursa olsun yaşam sürüyor ve hep sürecek. (syf. 17)

- Yazık ki, nasıl öldüğümü yazamayacağım. Ençok işte buna üzülüyorum. Bir yazar bütün yaşadıklarını yazsa bile ölümünü yazamaz. Oysa ölüm, yaşamın en önemli olayıdır. Yaşamımın en önemli olayını yazamadan gidiyorum. (syf. 18)

- Ne çok işlerim kaldı geriye... Dünyaya borçlu ölüyorum. Kim var ki dünyaya borçlu ölmeyen? Borçlu değil, alacaklı ölenler bile var... Örneğin Einstein... Örneğin Skakespeare... (syf. 20)

- Yabancısı olduğum büyük kentlerde kendimi kalabalığın akışına bırakıp yitirmeyi seviyorum. (syf. 29)

- Her insan bu dünyada var olduğunu kendine göre bir yol bulup başkalarına kanıtlamak zorundadır. Yoksa anlamı kalmayan yaşam bir saçmalık olur. (syf. 35)

- Bir gece Orhan Veli, konuk kaldığı Pendik'te ressam Haşmet Akal'ın evinde, nasıl edip de şiirlerine yaygınlık sağlayacağını sabaha dek düşünmüş, sonra uçakla İstanbul'un üstüne şiirlerini yağdırmaya karar vermiş. Uçak nasıl kiralanacak, para nasıl bulunacak? İki üç gün sonra hemen bütün gazete ve dergilerde, Orhan'ın "Rakı şişesinde balık olsam" dizesiyle alay ediliyordu. Bu alaylar yüzünden artık uçağa gerek kalmamıştır. Alaylar, tek uçak değil, uçak filolarından İstanbul'a yağdırılacak şiirlerin etkisini yapmıştır. Orhan Veli, gerçekten değerli şair olmasaydı, alay konusu olarak kalır, maskara olurdu. Sonraları Orhan'ın şiiriyle alay edenler, alay konusu olmuşlardır. (syf. 85)

- Bir yazarın en büyük dramı, ölümünden sonra geride bıraktığı konuları, yarım yazıları, kendisinden başka hiç kimsenin yazamayacağıdır. (syf. 90)

- (..) çok çetrefil bir yazı üzerinde çalışıyordum, hiç zamanım yoktu. Ama bir yazarın zamansızlığını okurlarına anlatması zordur. (syf. 137)



*Alıntılar; Doğan Kitap'ın 2007 senesindeki 99.basıma aittir.

13 Kasım 2018 Salı

Tomris Uyar-Yaz Düşleri Düş Kışları



Tomris Uyar, çok merak ettiğim ama bir türlü fırsat bulup okuyamadığım bir yazardı, bir etkinlik kapsamında kitaplarını incelerken arkadaşımla ikimizin de aynı anda iki kitabı gözümüze çarpmıştı, işte biri buydu, diğeri de –Otuzların Kadını- okunma sırasını beklemede. 

Yaz Düşleri Düş Kışları tam da ismiyle kitabın ruhuna yakışır, tam anlamıyla kitabın atmosferini yansıtıyor. 9 öyküden oluşan kitapta insanların sıradan hayatlarına misafir oluyorsunuz, normal seyrinde devam eder gibi görünürken birden insanların düşlerine sapıyorsunuz, yazarın kalemi o kadar samimi ve doğal ki bazen düş mü gerçek mi diye bocaladığınız anlar oluyor. Düşsel yolculukta o kaçışın, hayalin, umut kırıntıların size aynı yaz havasında denizin yüzünüze ılık ılık esmesi gibi hissettirirken aslında gerçeklerin kış mevsimi kadar ayaz ve soğuktan uyuşmuş ellerinizi hangi cebinize koyacağınızı kestirememenin verdiği hisle çaresizliği yansıtıyor. 

Öykülerin her birine eşit mesafede olsam da ilk başlarda kitabın kapağını kapattığımda –Kuskus, Metal Yorgunluğu, Beyaz Bahçede ve Oyun- adlı hikâyelere dair satırların hala zihnimde canlandığını itiraf etmeliyim. :) Her ne kadar anlatımı basit, günlük konuşmalarla ifade edilen satırlar olsa da duygu aktarımı bana karakterin o anki durumunu yansıttı, betimlemeleri abartısızdı ama samimiydi hatta bazı satırlarda bahçede ağaçların altından geçerken onlara dair ifadelerinde burnuma çiçeklerin kokusu da gelmedi değil :) 

Öykülerin bazılarında yarım kalmışlık hissi vardı ama beni rahatsız etmedi, bir öyküsünde yarım kalan bir bina hakkında karakter -bitseydi beğenen az olurdu, şimdi düşleriyle tamamlıyorlar yapının eksikliklerini, yarım yamalaklığında kendi yaşamlarının özetini görüyorlar- şeklinde bir konuşma vardı, bazılarının ardından ben de birkaç şey düşündüm böylelikle :)

Unutmadan bir de bazı öykülerin şiirle harmanlanmış oluşu da hoşuma gitti, şiire mesafeli olan bana böyle düzyazıyla desteklenince daha bir hoş geldi. 

Kısacası, öykü sevdiğimden ve anlatımı bana hitap ettiğinden, benim hoşuma gitti.


Altını çizdiğim satırlardan bazıları şu şekildeydi:


- Birşeylerin bir daha geri gelmemecesine kayıp gittiğini düşündü: adları olmayan yılların, günlerin, birtakım tekdüze mevsimlerin, kışların... (syf. 7)

- +Gelincik, kırmızı bir hayvan mıdır? 
  - Yok canım, diye toparlamaya çalıştı Anneanne. Çiçektir. Renk renk bir cam parçasını andırır. Kış bittiğinde kırlarda görünür. Kırmızıdır, doğru. Düşler gibi. Uzaklardaki bayırlar gibi. (syf. 12)

- (..) güzellik, ölümle içiçe yürür burada. (syf. 19)

- Gerçek öyle çabuk değişiyordu ki, adı konulana, içyüzü anlaşılana kadar dış yüzü tanımsızlaşıyordu. (syf. 22)

- (..) kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli. (syf. 30)

- Söylentiler birbiriyle çelişiyordu, ama "birbirini tutmayanlar kuralı" burada da geçerliydi: söylentilerin biri yalanlanınca öbürleri gerçek sayılıyordu. (syf. 54)

- (..) her zaman sevdiği kadına dediği gibi ona da "biricik", diyecekti, "en", "tek", "ilk", "son" diyecekti. (syf. 57)

- + Şuramda bir şey sancıyor, dedi. 
   - Yalnızlık, dedim. (syf. 78)



*Alıntılar; Yapı Kredi Yayınları'nın 2018 senesindeki VI. baskısına aittir.
*Fotoğraf; etkinlik ile sayfaları beraber çevirdiğim sevdiğim arkadaşıma aittir.

10 Kasım 2018 Cumartesi

Orhan Çekiç-1938 Son Yıl


Ve yine bir 10 Kasım..
Bu çocuk yine seni sevgi, saygı ve minnetle anıyor Ata'm.

__________________

Kitap Cumhuriyet'in ilanından sonra gerçekleşen olayları anlatırken Atatürk'ün hayatını ve liderlik özelliklerini de harmanlayarak akıcı bir dille anlatıyor. Birçok Atatürk adına yazılmış kitap okudum ve okumaya da devam ediyorum. her okuduğum kitapta mutlaka beni etkileyen ve aaa bunu bilmiyordum dediğim satırlara rastladım, bu kitap da aynı özellikleri taşıdı benim açımdan. 

Kitapta gelmiş geçmiş gündemimizi işgal eden birçok soruya cevap niteliğinde; bunlar arasında iddia edildiği gibi diktatör müydü, hayata gözlerini kapattığında İnönü'yle küskün müydü, silah arkadaşlarıyla yol ayrımına neden geldi, Menemen olayı, çok önem verdiği Hatay sorunu vb. bir sürü yaşanmışlıklar. 

Kitap sizi karmaşık belgelere boğmadan, mektuplar aracılığıyla o anki zamanın verdiği saygı, sevgi ve önemi hissettirerek akıcı bir üslupla akıp gidiyor. Okurken yer yer tebessüm edip bazı yerlerde gerildiğimi çokça yerde de gözyaşlarımın aktığını hissettim. Özellikle de hastalığının ilerlediği ve gözlerini kapatıp s'onsuzluğa uğurlandığı o güne gelene kadar olan süreçte doktorların, kendisinin ve de en yakın arkadaşlarının içinde bulunduğu çaresizlik beni çok etkiledi. Hatta bazı yerlerde okuduğum olumsuzlukların ağırlığını gördüğümde hemen kafamı sayfanın üzerindeki tarihi kontrol ederek, yok daha şu kadar var, bu süreç de geçecek diye konuşurken buldum. 

Ölümünden sonraki sürece de kısa bir bakış atıp, özellikle dış basında yapılan konuşmaların ve de önemli kuruluşların onu anmak adına gerçekleştirdiklerine yer verip yazarın son sözüyle kitap bitiyor ve siz yüreğinizde sıcak ve anlatılmaz duygular hissediyorsunuz, en azından benim için öyle oldu.

5 Kasım 2018 Pazartesi

Marcel Proust-Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde (Kayıp Zamanın İzinde-İkinci Kitap)




Ihlamura batırılan bir madlenle başlayan geçmişe yolculuğa bu kitapla ağır adımlarla devam ediyorsunuz. Kayıp Zamanın İzinde serisinin ikinci kitabını okurken hem geçmişin ayak izlerinin üzerinden tekrardan geçiyorsunuz hem de size kapılarını açan bu geçmişin büyülü dünyasında kendinizi kaybediyorsunuz. Kimi an geliyor sizde kendinizi yatağınıza atıp boş gözlerle tavanı seyredip zihninizde olur olmaz düşüncelere ev sahipliği yapıyorsunuz, kimi an geliyor duvarlar üstünüze geliyor kendinizi sokağa atıp sakinleşmek adına uzun yürüyüşler yapıyorsunuz, bazı zamanlarınız oluyor ki hiç bitmesini istemeyip kültürel faaliyetlere eşlik edip ruhunuzu doyuruyorsunuz. Kısacası anlatıcıyla aranızda öyle bir gönül bağı kuruyorsunuz ki onun hayatında gelişen olaylar karşısındaki düşüncelerine olumlu-olumsuz yorumlar yapıp onun sırdaşı oluyorsunuz.

Kitabı okurken aklıma gelen ilk şey ismin halleri oldu, şöyle ki bu kitap bana aşkın, sevginin 5 halini de yaşattı. Örneğin, yeri geldi yalın halini gördüm, karakterlerin içinde bulunduğu duyguları ifade edişindeki saflık, kendilerine bile itiraf edemeyişleri, çocuksu davranışları, hislerinin doğruluğunu tartışmaları, ebeveynlerine dair söylemek isteyip de söyleyemedikleri duyguları vs. yeri geldi yönelme halini yaşadık beraber, hislerin iyice açığa çıkması, dile gelme çabası, somutlaştırdığı hisleri sahibine sunmaya çalışması. Hiç istemesek de ayrılma hallerini de yaşadık, duygu dünyalarındaki süt liman hallere tanık olduğumuz gibi kopan fırtınalara da tanıklık ettik, başka kentlere rotamızı çevirdik. 

Aşkı, mutluluğu, mutsuzluğu, kıskançlığı, insan ilişkilerini, hayal kırıklıklarını ve yaşadığımız bunlar gibi bir sürü duyguyu inci gibi dizilmiş kelimeler aracılığıyla okuma zevkine sahip oluyorsunuz. Altını çizdiğim onca cümleye rağmen çizilmeyi bekleyen bir o kadar daha güzel benzetmelerin olduğu nadir kitaplardan. Cümlelerin uzunluğu sağ olsun bir başlıyordum çizmeye bir bakmışım sayfa sonuna gelmişim. :) 

Yazarda bir sevdiğim özellikle de birçok cümlenin ardından ilerde göreceğiniz gibi ya da aslında şöyle olacak diyerek sizi ilerisi için hazırlaması ve bir o kadar da merak tohumlarını aklınıza ekmesi. Sürpriz bozucu gibi gözükse de aksine acaba nasıl yazar bunu ifade edecek, hangi güzel cümlelerle karşımıza çıkacak diye düşünmeden edilmiyor. En azından benim için öyle :)

Son olarak yine belirtmeden geçemeyeceğim, çevirmeni takdir etmeden geçtiğim sayfa olmadı resmen, Roza Hakmen böyle zorlu bir eserin hakkını fazlasıyla vermiş. Ben okurken bazen kopup giderken başka dünyalara o birbiri ardına bağlamış o güzel duygu yüklü cümleleri. :)

En kısa zamanda diğer kitapla olan yolculuğum ile Proust'un izinden yürümeye devam. :)


Altını çizmekten kendimi alamadığım satırlardan bazıları:

- Zaten hayatta ve hayatın çelişen durumlarındaki bütün aşka ilişkin olaylarda, en iyisi anlamaya çalışmamaktır; çünkü nasılsa acımasız ve beklenmedik olduklarından, mantık kurallarından çok sihirli kurallara göre belirlenir gibidirler. (syf. 74)

- Duyularımızın benzetme yeteneği de hayal gücümüzünkinden pek fazla olmadığından, görünür dünya da gerçek dünya değildir; öyle ki, gerçekliğin elde edebileceğimiz nihayet yaklaşık resimleri, görülen dünyadan en az görünen dünyanın hayal edilenden farklı olduğu kadar farklıdır. (syf. 119)

- (..) yüce zihinlerin teveccühünün doğal sonucu, vasat zihinlerin anlayışsızlığı ve düşmanlığıdır; halbuki büyük bir yazarın icabında kitaplarında bulabileceğimiz sevecenliğinin bize verdiği mutluluk, zekası yüzünden seçmediğimiz, ama sevmekten de kendimizi alamadığımız bir kadının düşmanlığının verdiği acıdan çok daha küçüktür. (syf. 138)

- Mutluluk aşkta anormal bir durumdur; görünürde çok basit, her an ortaya çıkabilecek bir aksaklığa bu aksaklığın kendi başına içermediği bir ağırlık yükleyiverir. O büyük mutluluğun sebebi, kalpte değişken, durmadan tutmaya çalıştığımız, yer değiştirmediğinde neredeyse fark edilmez olan bir şeyin varlığıdır. Aslında aşkta sevincin etkisiz hale getirdiği, gizli bir güce indirgediği, ertelediği, ama -istediğimizi elde etmesek, uzun süredir zaten olacağı gibi- her an çekilmez olabilecek, daimi bir ıstırap mevcuttur. (syf. 151)

- Kalbimizde bir başkasının hayali sürekli olarak bulunuyorsa, her an parçalanabilecek olan tek şey mutluluğumuz değildir; bu mutluluk yok olup gittikten, biz ıstırap çektikten sonra, ardından, ıstırabımızı dindirmeyi başardığımızda, aynı mutluluk kadar yanıltıcı ve geçici olan şey, sükunettir. (syf. 197)

- Aşka ilişkin anılar, hafızanın genel yasalarından bağımsız değildirler; hafızanın kuralları da, alışkanlığın daha genel yasalarına tabidirler. Alışkanlık her şeyi zayıflattığı için, bir insanı bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir (önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir çünkü). İşte bu yüzden, hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hala bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. (syf. 212)

- Öyle ki, alışkanlık denen şey olmasaydı, hayatın, her an ölme tehdidiyle karşı karşıya olan kişilere - yani bütün insanlara - harikulade görünmesi gerekirdi. (syf. 277)


*Alıntılar, Yapı Kredi Yayınlarının 20.baskısına aittir.
*Fotoğraf ise ortak okuma arkadaşımın bakışındandır.

30 Ekim 2018 Salı

Harper Lee-Tespih Ağacının Gölgesinde




Çok keyif alarak okuduğum Bülbülü Öldürmek kitabının devamı.

Aynı keyfi aldım mı diye dile getirirsem hayır ama şu da bir gerçek ki yazar 55 yıl aradan sonra yazmış bu kitabı. Bugün sinir olduğum şeyi yarın umursamadığımı düşünürsek aynı duygu aktarımımın geçmemiş olması normal aslında.

Belki de aynı hazzı alamamamın nedeni; bana kitabı sevdiren çocuğun büyümesi ve büyüdüğü için de artık dünyayı o hayaller kurup canlandırdığı şekilde değil de tüm pislikleriyle görmeye başlaması olabilir. Çocuk dünyasının sıcaklığından çıkıp yetişkinlerin kasvetli, soğuk düşüncelerine geçiş ruhuma pek iyi gelmedi.

Çocukluk anlarına döndüğü kısımlar yine sevdiğim kısımlardı, sayfalar akıp gitti. Atticus'un kızını ezdirmediği satırlar, halanın burnu dik halleri, hizmetçinin yaşlanıp el etek çekip gitmesi geçmişe dair anları anımsattı.

İlk kitap ile bağlandığım bazı karakterlerin sonradan gösterdiği değişimler bazı satırlarda beni hem üzdü hem de sinirlendirdi, hatta bazen korkarak sayfaları çevirdim, sanki sevdiğim birinin aslında öyle olmadığını görecekmişim hissi beni etkiledi. Aslında, dilimin ucuna çok şey geliyor ifade etmek istediğim ama okumayanlar için keyif kaçırıcı olmasından korkuyorum, o yüzden susuyorum. :)

Özellikle, son sayfalarda Scout ve Atticus'un konuşmaları kitabın en dikkat çekici anlarıydı benim için. 

Yine de iyi ki okumuşum diyebilirim en azından bir çocuk karakterim daha bensiz büyümemiş oldu ve ırkçılık üzerine tekrardan uzun uzun düşünüp öz eleştiri yapma fırsatını tekrardan bulmuş oldum. Tavsiye ederim. 

Altını çizmekten kendimi alamadığım satırlardan bazıları:

- İnsanlar bir nedenle birbirlerine güvenirdi; nedenini unuttum. (syf. 138)

- Bir adam sana, 'İşte gerçek bu, ' diyorsa, sen de ona inanıyorsan, sonra da söylediği şeyin gerçek olmadığını keşfediyorsan, hayal kırıklığına uğrarsın ve bir daha onun tuzağına düşmemek için dikkat kesilirsin. (syf. 153)

- Bu ülkede beni korkutan tek şey şu: Devlet bir gün öyle canavarlaşacak ki, en küçük bireyler ayaklar altında ezilecek ve artık yaşamanın hiçbir değeri kalmayacak. (syf. 171)

- Sizin elde var bir saydığınız bazı şeylere de hiç sahip olamadım,asla da olamayacağım. Sırtımı yaslayabileceğim tek şey, kendimim. (syf. 198)

- Şunu da hep hatırla: Geriye bakıp, düne, on yıl önceye bakıp o günkü halimizi görmek her zaman daha kolaydır. Zor olan, şu anki bizi görmektir. Bu beceriyi edinebilirsen, yuvarlanıp gidersin. (syf. 232)

- Çirkin bir sözcük olan önyargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var: Her ikisi de mantığın bittiği yerde baslar. (syf. 233)


*Alıntılar; Sel Yayıncılığın 2015 senesindeki ilk baskısına aittir.

25 Ekim 2018 Perşembe

İlber Ortaylı ile Tarihin İzinde



İlber Ortaylı okumayı sevdiğim, beni dipsiz kuyular içinde bırakmayıp daha anlaşılır ifade edişleriyle ara ara okumaya başvurduğum bir tarihçi. 

İki bölümden oluşan bu kitabı da aynı akıcılık ve anlaşılırlığa sahipti. İlk bölümü söyleşiler oluşturuyordu. Çeşitli gazete,dergi gibi yerlerde yer almış bu söyleşiler her konuya sahipti diyebilirim; yeri geldi dil, tarih üzerine kimi an ise sosyal-kültürel olaylara uzanmaktaydı. Konuların işlenişi sohbet şeklinde olduğu için soruların ulaşabilirliği ile sınırlıydı, fazla derine inmeden yüzeysel geçilmişti, bu da kitaplarında ayrıntılı bahsettiği olayların özeti şekline benziyordu. Her ne kadar bu durum beni rahatsız etmese de bazen upuzun bir sorunun ardından gelen kısa bir evet-hayır şeklindeki cevaplar, keşke gerekçesiyle de taçlansaydı dedirtti. 

İkinci bölüm ise makalelerden oluşmaktaydı, ilk bölüme göre daha doyurucu bilgilerin yer aldığı kısımdı. Bazı kelimeler bana yabancı gelse de konu bütünlüğü içinde anlaşılma da sıkıntı yaşanmaması okumayı bölmüyordu. 

Altı çizilecek bir çok satır vardı, eleştirdiği kısımları okurken birçok yerde öz eleştiri yaparken buldum kendimi, bu da ayrı hoşuma gitti. 

Hem bilmediğim konularda fikir sahibi olayım hem de bildiklerim üzerinden düşünceleri tazeleyeyim ama bunu yaparken de akademik dilden uzak olayım diyorsanız tercih edeceğiniz bir kitap diyebilirim. Hem diğer kitaplarını okumadıysanız öncesinde bir ön hazırlık olabilir.

Altını çizdiğim bazı satırlar şu şekildeydi:


- Gelecek için planlar yapıyoruz. İlerlemek için, kendimizi geliştirmek için, ailemizle rahat bir gelecek yaşamak için, çocuklarımıza iyi bir gelecek vermek için, toplumumuz için, ülkemiz için çalışıyoruz. Ama geleceğe yön verebilmek için geçmişi bilmek gerekmez mi? Ağacın köküne su dökmeden meyve almak mümkün değilse, tarihimizi bilmeden geleceğe adım atmak da mümkün değildir. (syf. 105)

- Tarih bilinci şu: Bir kere doğru dürüst tarih okuyacaksın. Büyük devletler, büyük milletler gibi tarih okuyacaksın. Dünya tarihine eğileceksin. Muhtelif diller öğreneceksin, öğreteceksin. (syf. 127)

- İstanbul'u anlamayan insanların bu şehri anlatacak taavir ve tasvif edecek ve insanlara nakledecek bir retorik, yani bir söylem ve zihniyet kurmaları mümkün değildir. Buradan yirmi beş sene nefret eden bir insanın otuz yaşından sonra burayı öğrenip öğretmesi mümkün değildir. (syf. 172)

- .. yaşam kelimesi öztürkçe olsun diye kullanılmıyor, hayatla farklı şeylerdir. Hayat bir zaman kesitinde bize ait olan bir külliyeyi; yaşam onu yaşama tarzımızı ifade eder. (syf. 183)


Alıntılar; Profil Yayıncılığın 2008 senesindeki 3. baskısına aittir.

23 Ekim 2018 Salı

Aziz Nesin - Zübüklüğün Sonu Yok (Seçilmiş Öyküler)



Her aya bir Nesin kitabı seçip okumaya karar verdim, çok zaman geçti, arasında okuduklarım da var okuyup hatırlamadıklarım ve hiç kapağını açma fırsatı bulamadıklarım da elbette ki. Ekim ayım bu kitapla olsun bakalım. :)

Aziz Nesin'in öykülerini okurken genelde karakterin ismini değiştirmem zor olmuyor, çünkü çevremde ya da yakınlarımın aracılığıyla onlara benzer kişilerin varlığından haberdar oluyorum, ne yazık ki. Hatta bu kitabında da öyküye başlarken ben şu ismi söyleyeyim ama siz kim olduğunu bilirsiniz tarzında bir tabirle başlıyor ve siz hemen boşluğu dolduruyorsunuz. İlk okumaya başladığım zamanları düşünüyorum da aradan kaç yıl geçmiş olmasına rağmen öykülerinin verdiği gerçeklik hiç azalmıyor aksine katlanarak artıyor. Bir kere okudum diyerek rafa kaldırmak yerine belli zaman aralıklarında -5-10 yıl örneğin- okuduğunuzda aldığınız tat da o oranla değerlenecek ve değişecektir. İlk okuduğum zamanlar yaşımın verdiği çocukluktan olsa gerek sadece gülerdim, bana eğlenceli gelirdi, sonra büyüdüm ve tekrar okudum vay be aslında şuna atıf yapıyormuş ben görüneni okumuşum sadece dedim ve çocuk aklıma güldüm bu sefer de. Eminim ki, hala anlatmak istediği birçok şeyi tam anlamıyla alamıyorum, daha çok okumam ve onun konu ettiği zamanları bilmem gerekir. Kısacası, benim okumalarıma daha çok misafir olacak ve düşüncelerim arasında uçurumlar oluşturacak diye düşünüyorum. :)

Bu seçilmiş öyküler kitabında da, toplumun aksak yönlerine, akılcı geçinenlere, başkalarını ezip yükselmeye çalışanlara, en namuslu kendileri geçinenlere, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın ben keyfime bakayım diyenlere ve bunun gibi nicelerine bakış atacaksınız.

Seçilmiş öykülerden oluşan bir kitap olduğu için; kitapların okuyanlara ya da bazı yerlerde yayınlanan öykülerine bakış atanlara bazıları tanıdık gelebilir, benim de arasında ben bunu daha önce okumuştum dediğim bazı öykülere rastladım ama aradan geçen zamandan mıdır nedir eksik kalmış kısımları vardı, onları tamamlamış oldum.

Kitapta altını çizdiğim bazı satırlar:

- Memlekette sözünü tutan adam kalmamış. Bir söz verdin mi, ölsen bile sözünü tutacaksın. Söz ne demek? Söz demek, namus demek. (syf. 9)

-   Sayın politikacımızın odasına girdim. Bir kitaba dalmıştı:
   "Ne okuyorsunuz üstat?" dedim.
   "Demokrasinin canına okuyorum" dedi. (
syf. 24)

- Ticaret, tatlı iş kardeşim, dedi. Parayı veren malı alamayacağını biliyor. Parayı alan da malı veremeyeceğini biliyor. Ama ne var ki, bir ümit işte... Hani, "belki" yok mu? Belki bulur da biyerden getirir. (syf. 35)

- Asıl yardım gizli olur, dedi, iyilik kimin tarafından yapıldığı belli olmayandır. (syf. 154)



*Alıntılar; Nesin Yayınevinin 2006 senesinde yayınlanan baskısına aittir.

21 Ekim 2018 Pazar

Mine Söğüt'ten Deli Kadın Hikayeleri




Kitapta 21 hikaye var, bu hikayeler öyle okuyup geçeceğiniz tarzda olmayıp aksine okudukça ruhunuzu kanatmakla kalmayıp düşüncelerinizden kaçmak isteyeceğiniz kadar iç karartıcı. Kitaptaki öykülerin çıkış noktası delilik, delirerek ölenlere diye başlıyor ama onları bu noktaya getirenler neler onları görüyoruz. Yaşanılanlar hiç kolay değil, kadın olmanın en zor hallerini gözler önüne sermiş yazar; tecavüz, istismar, şiddet, travmalar vb. Her öykü farklı bir olumsuzluktan beslenmiş. Bunlar günümüzün de değişmezleri olduğu için okurken insan etkilenmeden geçemiyor. 

Kitabın sayfa kalitesi o kadar güzel ki, pürüzsüz , parmaklarınız sayfalarda kayıp gidiyor, bunu neden bu kadar ayrıntılı ifade ettiğime gelirsek bana sanki anlatılanların ağırlığına, yapılanların çirkinliğine, kadınların bedenen ve ruhen çektiklerine inat hayatın yine de kaldığı yerden devam edişini simgeliyor, hayata yeni bir sayfa açmak gibi aynı.[ Sayfa kalitesini de buna bağlayan benden başkası da yoktur sanırım. :)] 

Bazı sayfalar arasında yer alan görseller beni ürkütmedi dersem yalan olur, o kasvetli havayı çok güzel yansıtmışlar. Onlara da ayrıca bayıldım. Hikayelerle birlikte düşününce etkisi daha vurucu oluyor. 

Yazarın dili sıradan değildi, anlatım herkese hitap etmeyebilir, gününde okunmadığında etkileyiciliği azalabilir, benim için doğru bir tercihti. 


Deliliğe yakın hissettiren alıntılardan bazıları; 


- Hiçbir ev kadını kendini mutfakta asmaz. Yemeklere yas sıçratmaz. (syf. 12) 

- Hani derler ya insan ölürken hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş, yok çocuğum, yalan. Ben ölüyorum ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden falan geçmeyecek. Hissediyorum. Ben unutmak istiyorum doktorcuğum. Eskiden olan her şeyi unutmak. İnsan ölürken geçmişi hatırlarsa çok üzülür değil mi? İnsan ölürken kendi kendini niye üzsün ki? (syf. 20) 

+Deli olduğunun farkında mı?'' 
   - Evet farkında.'' 
   + Deliliğinden kurtulmaya çalışmamış mı hiç... iyileşmeye?'' 
   - Hayır. O çok sevmiş deliliğini.'' 
   + Nereden anladınız bunu?'' 
  - Bir zamanlar yatağının durduğu yerin tavanına takılı kancalardan... kendini öldürme fikrini bu kadar çok seven biri kendini de çok seviyor demektir. Kendini ve deliliğini... (syf. 44) 

- Deliliğin cazibesi ne kadar tehlikelidir bilemezsiniz... (syf. 119) 

- Modern bir mezarlık arıyoruz. Birlikte geçmişi ve geleceğimi gömeceğiz. (syf. 155) 


* Alıntılar; Yapı Kredi Yayınları'nın 2017 senesinde yayınlanan 13. Baskısına aittir. 
* Fotoğraf; bana bu kitabı hediye eden, kitaplar ile anılarımızı iyice zenginleştirdiğim arkadaşıma aittir.

17 Ekim 2018 Çarşamba

Edmondo de Amicis-Çocuk Kalbi


İlk okuduğum zamanı hatırlamıyorum, kim bilir kaç yıl geçti üzerinden, kısaltılmış baskıydı ama onu çok iyi biliyorum, ona rağmen beni çok etkilemişti, sanırım yaş olarak kahramanımıza daha yakın olduğum dönemler olması bunda büyük etkendi. :)

Aradan baya zaman geçti, arkadaşlarla bir araya geldiğimizde muhabbet arasında konusu açıldı o zaman üzerine konuşurken uzun halini de okumayı istiyorum, eminim büyüdükçe daha başka bir tat alacağım demiştim ve sağ olsun bir arkadaşım hediye olarak aldı. :) 

Arayı daha fazla uzatmadan hemen okumaya başladım, sanki yıllar sonra arkadaşımla yolda karşılaşmışız gibi bir histi. Geçmiş yıllar üzerine sohbet eder gibi çevirdim sayfaları.

O kadar güzeldi ki hiç bitmeseydi dedim.
3. sınıf öğrencisi Enrico'nun tuttuğu günlük. Okulları Ekim'de açıldı , son sınavların bittiği Temmuz'a kadar belli günlerde yaşadıkları, arkadaşlarıyla, ailesiyle ilişkilerini yazdığı satırlar size özel dünyasının kapısını aralıyor.
Kendi ilişkilerini yazarken aslında arkadaşlarının her birinin kendine özel dokunaklı hikayelerini de okumuş oluyorsunuz. Bir de öğretmenlerinin verdiği her aya özel bir hikaye ödevi var ki o da ahlaki değerleri içeren yer yer gülümsemenizi çoğu zaman da duygularınızı doruklarda yaşamanıza olanak sağlıyor.

Kitabın son sayfasına kadar onların aralarında ben de bir sırayı paylaşan bir öğrenci gibi hissettim ama okul kapandığı zaman ise her öğrenciyi o kadar benimsedim ki sınav sonuçlarını öğretmeni okuduğunda onların aileleri gibi ben de heyecanlandım. :)

Her duyguyu tekrardan yaşayabildim, içimdeki çocuk hala büyümemiş bunu anlamış oldum ve bu beni ayrı mutlu etti. 

Altını çizdiğim bir sürü alıntı arasından sadece birkaçı:

- Çalışmak insanı kirletmez. İşten dönen bir işçiye asla "pis" deme. "Kıyafetinde işinin, emeğinin izi var" de. Hatırla bunu. (syf. 61)

- Öğretmenini say, onu sev, evladım. Sev çünkü kendisini sonradan unutacak pek çok gence hayatını adıyor, çünkü senin zihnini açıp aydınlatıyor, ruhunu eğitiyor. (syf. 79)

- Haset yılanının içinize girmesine izin vermeyin: O zihni kemiren ve kalbi kötü yola sevk eden bir yılandır. (syf. 104)

- Görünüşe bakılırsa okul herkesi eşit ve arkadaş kılıyor. (syf. 160)


*Alıntılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarının 2015 senesindeki 8. baskısına aittir.

15 Ekim 2018 Pazartesi

Katherine Mansfield-Çocuksu Bir Şey



Yazarın okuduğum ilk kitabıydı, öykü okumayı çok severim, o yüzden de kitabı okuma listeme eklemiştim. 

Kitap hakkında gözüme hiç yorum çarpmadı, o yüzden olumlu-olumsuz görüşlere maruz kalmadım, beni etkileyecek bir durum olmadan da kitabı bitirmiş oldum. :)

Hayatın içinden çok da önemli olmayan herhangi bir konu üzerine sohbet edercesine diyaloglarla desteklenmiş kısa öykülerden oluşuyor. Hatta bazı öykülerin bir olay örgüsü bile yok, başlamasıyla bitmesi bir oluyor, sadece size duygu aktarımları ve karşıt fikirlerin anlaşmazlığı sonucu ortaya çıkan düşünceler kalıyor.

Birkaç öykü beni çok etkiledi, bunda da olay bütünlüğü ve bazı kelimelerin kullanımın birbirini çok güzel tamamlaması oldu, sayfalarca bir olayı okursunuz ama orada geçen bir kelime aslında olayın kilit anahtarı konumunda olur, sizi etkiler, öyle bir hissiyat verdi bana. :)

Genel olarak bakarsam ama daha güzel öyküler okudum, bu öyküler onların yanında beni aman aman etkilemedi. Eğer öyküyle aranız yoksa tercih ederken birkaç kere düşünmenizi tavsiye ederim, çok cazip gelmeyebilir. Öykü okumayı sevenlerdenseniz de beklentinizi düşük tutmanızı öneririm.

Son olarak da benim okuduğum eski basımıydı yenilerde nasıldır bilemiyorum ama bazı konuşmalarda geçen yabancı dildeki konuşmaların çevirileri yoktu, dipnot şeklinde onları da okumak isterdim. Ayrıca, sonraki basımların kapakları daha renkli ve beni oku diyor resmen, eskilerin düz beyaz olması beni pek açmadı. :) 

Altını çizdiğim bazı satırlar:

- Ah, dedi küçük kız, başım senin yüreğinin üstünde; çarptığını duyabiliyorum. Ne kadar büyük yüreğin var, babacım canım. (syf. 73)

- (..) bir şeyleri konuşacak kimseniz yoksa kısa sürede kafanızdan uçup gidiyordu olaylar. (syf. 77)

- Yüreklilik, söz dinlemeyen köpeğe benzer, bir kez kaçmaya koyuldu mu ne kadar çağırmaya kalkışsanız o kadar hızla koşar. (syf. 86)

- "Niçin tutkularını yadsımakta direniyorsun? Niçin utanıyorsun onlardan?" diye üsteledi.         "Utanmıyorum. Ama üstlerini örtüp bırakıyorum, yalnızca arada bir ortaya çıkartıyorum, tıpkı sevdiğim insanlar çaya geldiğinde çıkardığım özel küçük reçel kavanozları gibi." (syf. 95)


*Alıntılar; Türkiye İş Bankası'nın 2013 senesindeki I. baskısına aittir.

13 Ekim 2018 Cumartesi

Harper Lee-Bülbülü Öldürmek



Bazı kitaplar okunmak için geç kalınmıştır ama konu olarak aslında hala yabancılık çekmezsiniz, işte onlardan biriydi bana göre. Evet daha önce okumalıydım dedim, neden ertelemişim ki diye düşündüm ama konu olarak aslında geçen yılların pek bir şey değiştirmediğini de gördüm.

Çocukların gözünden yazılan kitaplara bayılıyorum, belki de süssüz ne olursa gerçekçi şekilde yalan-dolan olmadan açıkça gözler önüne serildiği için olabilir. Bu kitapta da yaşanılan ayıbı bir çocuğun gözünden görüyorsunuz.

Konu olarak ırkçılık karşınıza acımasızca çıkıyor. Siyah-beyaz kavramını net olarak satırlarda görüyorsunuz. Siyahi olmamanın bir lütuf olarak görüldüğü satırları, insanlık dramı olarak okuyorsunuz.

Bir de bir karakter var ki Atticus-olayı anlatan Scout'un babası, ne güzel bir yüreğin var diyor insan. Kendine zarar verecek bir şeyde bile sırf evlatlarının güveni zedelenmesin diye her şeye göğüs geren bir baba.

Kitabın çevirisini de dilini de çok sevdim, bazı dipnotları insanı dönem hakkında aydınlatıyor, bu da olayın içine daha rahat girmenizi sağlıyor. Yer yer kızdım, bazen meraklandım, birçok satırda da gülümsedim. Söylenecek çok şey var aslında ama daha fazla ipucu vermemek adına susuyorum. :)

Tavsiye ederim.

Altını karaladığım bazı satırlar şu şekildeydi:

- Öğreneceğin şeylerin çoğunu kitaplardan öğrenmeyeceksin. (syf. 26)

- (..) ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. (syf.135)

- Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır. (syf. 135)

- İnsanlar genelde neyi görmek istiyorlarsa onu görür, neyi duymak istiyorlarsa onu duyar. (syf. 220)

- "Galiba ben büyüyünce soytarı olacağım," dedi Dill. Jem'le ikimiz yürümeyi bıraktık. 
   "Evet efendim, bir soytarı," dedi. "Dünyada başka insanlar için yapabileceğim hiçbir şey yok, gülmekten başka, işte bende bu yüzden bir sirke katılıp gülmekten öleceğim".
   "Ters söylüyorsun Dill," dedi Jem. "Soytarılar kederlidir, insanlar onlara gülerler".
(syf. 272)

- Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği. (syf. 278)

- Hayatımdan çıkıp gitti ama aklımdan çıkmış değildi; onu özledim. (syf. 301)


*Alıntılar, Sel Yayıncılık'ın 2016 senesindeki 17.baskısına aittir.

Diğerlerinden Daima Bir Adım Önde Olanlar :)