24 Aralık 2018 Pazartesi

Sabahattin Ali- Çakıcı'nın İlk Kurşunu




Yazarın ardında bıraktığı bir sandığın içinden çıkan hikaye, şiir ve yazılarından oluşan bir derleme kitap. Sevdiğim bir yazarın sakladığı sırlarının ortaya çıkması, gizli dünyasına açılan bir pencereden ona bakmak gibiydi. Bazı öyküleri için keşke yayınlamasaydım diyen biri için yayınlamadığı yazılarını gün yüzüne çıkarmak ne kadar doğrudur bilemiyorum ama okuma fırsatını yakaladığım için de kendimi şanslı bulanlardanım. 

Kitabın önsözünde bu kitabın ortaya çıkışına, hazırlanış sürecine ve sunulan içeriklere dair bilgiler veren detaylı ve doyurucu bir önsöz vardı. Bazen okunmadan geçilen bu kısımların kitabı okumaya geçmeden önce güzel bir hazırlık ortamı yarattığını düşünüyorum. 

Kitabın ilk kısmında karşımıza hikayeler çıkıyor, en uzun hikayesi de kitabın adını aldığı Çakıcı’nın İlk Kurşunu’ydu ve ben en çok bunu sevdim, benim için daha bir doyurucuydu, diğer hikayeler kısa olduğundan mıdır ya da benden kaynaklı mı bilmiyorum ama beni etkisi altına alamadı. Bir hikayesi de tamamlanmamıştı, aslında çok malzeme çıkacak bir konusu vardı, eminim ki devamı gelseydi bol betimlemeli ve olaylı bir öykü olurdu. :) 

İkinci kısım şiirlerden oluşuyordu, sol sayfasında kendi el yazısıyla yazılmış, orijinal metinlerin yer alması sağ kısımda da günümüz Türkçesiyle yer almasını çok sevdim, hatta bazı şiirlerin yanına küçük küçük çizimler yapılmış, şiirin içeriğini yansıtan minik figürler ayrı bir güzellik katmıştı. Sabahattin Ali’nin çizim yeteneğini bu kitap sayesinde keşfettim diyebilirim, kitabın sonunda birkaç resim çalışmasına da yer verilmiş. 

Yazarın düşüncelerini anlamada son kısımda yer alan yazılar bölümü en güzel kısımdı. Özellikle kadına dair yaptığı konuşma gerçekten çok anlamlıydı, çok beğendim. Altı çizilesi çok satır vardı. 

Kitabın bir bölümünde de yazmayı planladığı kitap isimleri ve kısaca ne üzerine olacağına dair notlar vardı, keşke yazabilseydi de benim gibi seven okurları da okuma fırsatı bulabilseydi. Bu kitap hakkında diyebileceğim, evet diğer kitaplarına oranla daha az etkileyiciydi ama yazarın yazın dünyasında bir adım daha atmış oldum.


Altını çizdiğim bazı satırlar: 

Hayatta fikirler çok büyük, kafalar çok küçük... (syf. 18)

Ben onun uzak bir işaretiyle derhal hayatımı veririm. 
   Acaba o..
   Bana elini verecek mi?..
   "Hayır..."
(syf. 27)


Hiç kimse hiç kimseyi yükseltmez, herkes kendi kendisini yükseltmek mecburiyetindedir. (syf. 117)

Kadın bir erkeğe varmaz, kadın bir erkeğe verilmez ve bir erkek bir kızı almaz, (almak, vermek) bu tabirler kadını kıymetten düşüren, ona ahkar (en hakir) mahiyeti veren şeylerdir ve her şeyden evvel bu zihniyeti kadınlarımız kafalarından çıkartmalıdır; bilmelidirler ki iki cins birbirleriyle hayatlarını birleştirirken yuvaya getirdikleri aynı kıymette şeylerdir ve koca mal sahibi değil, ortak, hayat ortağı demektir. (syf. 118)

Bize yeni bir hayat getirecek yeni bir nesil, yeni bir hamle, yeni bir dünya görüşü gerek... (syf. 128)

- (..) insan sevmekte de, nefret etmekte de hürdür. (syf. 135)


*Alıntılar; Yapı Kredi Yayınları'nın 2017 senesindeki 18. basıma aittir.

20 Aralık 2018 Perşembe

Aziz Nesin'den Mahallenin Kısmeti



Bu ayın Nesin kitapları arasındaki kısmetim de bu kitapmış, iyi ki de öyle olmuş, çok keyif alarak okudum. 

Kitabın adını veren ilk öyküsü en uzun olandı, bir nevi roman tadındaydı, genelde kısa öyküleri ağza bir parmak bal çalmış hissi yaşatırken bunda kendimi kovanın içinde bulduğumdan ötürü ayrı bir sevdim, olayın gelişim sürecinin ayrıntılı olması ve karakterlerin kendine has özelliklerinin betimlemelerle ifade edilip kafada canlandırmaya yardımcı olması sevdiğim yönüydü. Bazı satırlarda film seyredercesine olayı yaşayıp güldüğümü itiraf edemeden geçemeyeceğim. :) 

Diğer öyküleri de her zamanki gibiydi, kısa olmasına rağmen vermek istenen mesaj tek cümlede bile sayfalar okumuşsunuz gibi etki ediyordu. Bazı öyküleri roman olacak malzemeye sahip olduğu için kısa olmalarına bazen içerliyorum ama yine de aslında az kelimeyle çok şey okudum en azından diyerek kendimi teselli ediyorum. 

Genelde her okuduğum kitabının ardından yazdığı kişileri. olayları nasıl buluyor ya da hiç yazdığı gibi kendinin de eleştirilme ihtimali düşündüğü oluyor mu diye aklıma gelirdi, yazdığı son dört hikaye öncesi karakterler hakkında kısa bilgi verip bu hususa değinmiş, onları ayrı bir sevdim, birebir yaşandığını ifade ettiği için olabilir. :)

Kısacası, yazarın tarzını severler için tavsiye ederim.

Kitapta altını çizdiğim bazı satırlar:

- İnsanın bir türlü sırtından atamadığı taşınması en zor yük, kendi ağırlığıdır.


- Kötü kişileri yermek, yazar için ne denli kolay, ne denli rahatlatıcıdır. Yazar için zor olan, sevdiği kişileri eleştirmektir. (syf. 177)


-   - Siz, dedi siz? .. Siz misiniz? 
    +Evet... dedim, evet ben...
     Elimi sıktı,
   - Hoş geldiniz, ben sizin okurlarınızdanım. Hiçbir yazınızı kaçırmam.

      Bir yazarı bundan daha çok sevindirecek bir olay var mıdır? Bir küçük ilçede, karanlık bir gece, bir okurunuz kör bir ışıkta sizi tanıyor.
(syf. 178)

*Alıntılar; Kardeşler Basımevi'nin 1981 yılındaki 8.basıma aittir.

18 Aralık 2018 Salı

Marcel Proust - Guermantes Tarafı (Kayıp Zamanın İzinde-Üçüncü Kitap)





Kayıp zamanın izinde serisinin bitirdiğim ikinci kitabı-çiçek açmış genç kızların gölgesinde-nin ardından verdiğim ara nihayet son buldu, arkadaşımla ortak okuma yaptığımız için ikimizin de işlerinin sürekli çakışması sonucu Guermantes’in Tarafı’na başlamamız zaman aldı. Bu durum aslında benim açımdan daha iyi oldu, çünkü o kadar çok okuma isteğiyle dolup taştım ki başlayacağımız anı gözler oldum, her ertelediğimizde birbirimizi teselli eder konumdaydık. Bu durumumuz aynı kitabın başlarında sürekli Françoise’e seslenen ev halkına karşı kendisinin ‘pirelendiler yine’ diye söylenmesi gibiydi. :) Hazır kendisinden bahsetmişken kendisinin kitapta kilit karakter olduğunu düşünmeden edemiyorum, bazen öyle bir anlarda çıkıp sadece bir cümle söylemesi bile kitabın atmosferini birden değiştiriyor, en sevdiğim sayfalar onunla renklenen satırlar diyebilirim.

Proust gibiyim şu an, aklımda o kadar çok şey var ki anlatmak istediğim, uzun uzun, her önemsiz gibi görünen ama onun kaleminde –vay be, aslında ne kadar da anlamlıymış aslında- dedirten düşüncelerle dolup taşıyorum. Eminim birçoğundan bahsedemeyeceğim ama onların etkisini benzer yaşadığım durumlarda anımsayıp kendimle konuşacağım.

Kitap, diğer kitaplar arasında en uzun olan ve okuduğum iki kitaba oranla daha dolu dolu ve karmaşık olanıydı diyebilirim. Tabi ardından gelen kitapları okumadığım için nasıl sürprizlerle karşılaşacağım merak ediyorum. İki bölümden oluşuyordu, benim için en akıp giden ve anlaşılır olan ilk bölümdü. Her zamanki gibi ev hayatlarına konuk olup ara ara kendisiyle gezintiler yaparak sayfaları çevirdim. Konuklarla araya gelinen zamanlarda da Dreyfus Olayı’na* dair konuşmalara tanıklık ettim. Bu sayfalarda en sevdiğim özellik, her iki görüşü dile getiren tarafın da olmasıydı, birbirini çok güzel dengeleyen konuşmalar okuyucu bir tarafa karşı yönlendirmiyordu. Bu bölümün sonlarına doğru büyük annesiyle olan konuşmalar, ona karşı olan hislerini dile getirmesi ve ikilemde kaldığı zamanlardaki çaresizliği beni derinden etkileyen satırlardı. İkinci bölüm, beni en zorlayan kısımdı. Sürekli bir davetten diğerine gitmek beni çok yordu. :) Özellikle de dük, düşes, prensesler vb ünlü konuklar arasındaki üstünlük savaşları arasında kalmak ve sürekli isimlerin artarak çoğalması çok yorucuydu, bazı satırlarda kim kimdi demekten olaya odaklanamayıp satırları birkaç kere okumam gerekti. Kendimi, annesinin yanında güne gidip de köşede yemek yiyip ortada dönen muhabbetleri takip etmekten yorulan çocuk gibi hissettim. Dedikodular arasında arada konuşulan sanat ve edebiyat konuları en sevdiğim kısımlardı. Hazır dedikodu demişken, ben de kahramanımızın aşk hayatı hakkında bir iki laf söyleyeyim hemen, açıkçası nasıl sonlanacak merak ediyorum, kendisinin ölüp bitmiş hallerinden, kozasından yeni çıkan kelebek kadar heyecanlı hallere aniden geçişi beni şaşırtmaya devam ediyor.

Diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitapta da bazı konuşmalar arasında ileride çözümlenecek bazı olayların sinyalleri verildi, merak tohumları ekildi. Umarım merak ettiğim kadar etkileyici satırlar olur. Bu arada her kitabında belirtmeden geçemediğim, bana kitabı sevdiren ise tabi ki betimlemelerdi. Yine çok güzel tespitleri vardı, basit bir olayı bile sıradanlıktan çıkarttığı beni kendine hayran bırakan cümle dizilişlerine sahipti. Tabi Roza Hakmen’in takdir etmeden duramadığım eşsiz aktarımını da göz ardı etmeyeyim, ben okurken yolumu kaybettiğim olurken kendisi ne kadar güzel çevirmiş.

Bu yolculuğuma kısa bir ara veriyorum, en kısa zamanda tekrardan kayıp zamanda iz sürmeye devam edeceğim. Keyifli okumalar.


Kitapta altını çizmekten kendimi alamadığım bazı satırlar:


- Uzaktaki şeyler bazen yakındakilerden daha tanıdık olabilir bizim için. (syf. 22)

- Ne tuhafsınız! Sizin yeteneğiniz bende olsa, herhalde sabahtan akşama kadar yazardım. Siz boş oturmayı daha çok seviyorsunuz. Ne yazık ki, her an çalışmaya hazır olanlar, benim gibi sıradan insanlar; kabiliyetli olanlarsa çalışmak istemiyor! (syf. 69)

- Düşüncesi neyse insan odur; düşünce sayısı insan sayısından çok daha az olduğu için de, aynı düşünceyi paylaşan bütün insanlar benzerdir. (syf. 100)

- İşin doğrusu şu ki ben bu dünyaya ait değilim; kendimi sürgünde hissediyorum burada; beni burada tutmak, başka bir âleme kaçmamı önlemek için yerçekimi yasasının bütün gücüyle uğraşması gerekiyor. Ben başka bir gezegene aitim. (syf. 147)

- Her insan uzaktan gördüğü, başkalarında gördüğü şeyi daha güzel görür. (syf. 225)

- Tıp, hekimlerin birbirini izleyen, çelişkili hatalarının bir özeti olduğundan, en iyi hekimlere başvururken, birkaç yıl sonra yanlışlığı ortaya çıkacak bir doğruya başvurma ihtimalimiz yüksektir. Yani tıbba inanmak, çılgınlıkların en büyüğü denebilirdi, eğer tıbba inanmamak daha büyük bir çılgınlık olmasaydı; çünkü uzun vadede hataların üst üste yığılmasından, bir takım doğrular ortaya çıkmıştır. (syf. 287)

- Güzel müziklerin, güzel resimlerin, binlerce inceliğin tadını çıkarırız, ama onları yaratanlara nelere mal olduğunu, ne uykusuzluklara, gözyaşlarına, ihtilaçlı gülmelere, kurdeşenlere, astımlara, sara nöbetlerine, hepsinden beter olan ölüm korkusuna mal olduğunu bilmeyiz. (syf. 293)

- Şüphesiz, bir yazarın ancak ölümünden sonra ün kazandığı olur. (...) Ölü bir yazarın ünü, hiç değilse kendisine yorgunluk vermez. Adının şaşaası, mezartaşında son bulur. Ebedi uykunun verdiği sağırlıkla Şöhret tarafından rahatsız edilmez. (syf. 315)

- Hiç şüphesiz, ne kadar önemsiz bir ilişki olursa olsun, ilişkilerimizin değiştiği bir insanı ne zaman tekrar görsek, iki dönemin karşılaşması gibi bir şey olur. (syf. 340)

- Öte yandan Albertine, benim özellikle sevdiğim bir dizi deniz manzarasının izlenimleriyle çevrelenmişti. Bana öyle geliyordu ki, Albertine'in iki yanağını öpmekle, bütün Balbec sahilini öpmüş olurdum. (syf. 352)

- Hayatta zaten yeterince çirkinlik var. Hiç değilse okurken o çirkinlikleri unutsak, daha iyi olmaz mı? (syf. 479)



*1894 yılında Yahudi asıllı bir yüzbaşı düzmece bir mahkemede vatan haini olarak yargılanmıştır. Yüzbaşı Alfred Dreyfus genelkurmayda çalışan düzgün bir subaydır. Bazı Fransız silahlarının yeni teknik özelliklerini Almanlara bildirmekle suçlanıyordur. Dreyfus affedilip itibarı iade edilse de onu suçlayanlar ve suçlamayanların kavgası devam eder. Fransız ordusu bütün kıta Avrupa’sı ordularına kendi Dreyfus düşmanlığını da yaymıştır.

*Alıntılar; Yapı Kredi Yayınları'nın 2018 senesindeki XII.basıma aittir.
*Fotoğraf; ortak okuma arkadaşıma aittir.

10 Aralık 2018 Pazartesi

Platon - Sokrates'in Savunması



Kitabın girişinde, Sokrates'in kendi davası için mahkemenin bahçesinde beklerken bir din adamıyla yaptığı konuşmasını okuyoruz, daha ilk bölümde Sokrates'in kendine güveni ve sakinliği sizi ele geçiriyor, kendi davasını unutup karşısındakinin sorununu ele alıyor ve bunu yaparken de sakince doğruya yöneltecek sorular soruyor ve siz de kendinizi cevaplamaktan alamıyorsunuz, aynı sayfada saatlerce takılıp Sokrates'e cevap yetiştiriyorken kendinizi bulmanız mümkün. 

Daha sonra mahkeme sürecine geçiş yapılıyor ve Sokrates'in savunmasını ve davalıların konuşmalarına tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar sonucu biliyor olsanız da her ortaya atılan düşüncede umutlanmadan ya da eleştirmeden duramıyorsunuz, en azından bana öyle oldu. :) Dediğim gibi sorular havada uçuştukça insan düşünmeden edemiyor, her ne kadar satırları okumaya devam etseniz de aklınızda sürekli farklı cevaplar dönüp duruyor. 

Son bölüm ise Sokrates'in ölüme gittiği anda yanında olan kişinin bir başkasına o anları aktardığı diyaloglardan oluşuyor, beni en çok etkileyen satırlar bu bölümdeydi, ölümün yanı başında olduğunu bildiği halde hala ruh, ölümsüzlük, intihar gibi kavramlar üzerine tartışmaların devam etmesi, beyin jimnastiğinin dozunun artmış olması okuyucu olarak etkileyiciydi. 

Kitabın çeviri diline gelirsek, evet günlük bir dil kullanılmış, bazı diyaloglar birkaç kelimelik cümlelerden bile oluşabiliyor ama yine bu elinize alıp öyle okuyup geçeceğiniz bir kitap değil, cümleler basit ama anlamlar derin diyebiliriz. Dipnotların olması okumayı kolaylaştırıyor ama ben kitabın arkasından çok, sayfa altında yer almasını isterdim, sürekli arkaya dönüş yapmak o an anlatımdan koparabiliyor. Bazı mitosları hatırlamak da güzeldi. 

Kısacası, bana hitap eden bir kitaptı, kitabı birkaç yıl sonra tekrardan okumayı düşünüyorum, eminim ki şu an fark edemediğim birçok şeyi o zamanlar daha farklı yorumlayacağım. 


Okurken üzerinde durup düşünmeden edemediğim satırlardan bazıları; 


- O, hiçbir şey bilmediği halde bir şeyler bildiğini sanıyor, oysa ben hiçbir şey bilmemekle birlikte bunun bilincindeyim. Bu durumda, hiçbir şey bilmediğimi bildiğim için, az da olsa ondan daha bilgeyim sanırım. (syf. 36) 


- Ölümün insanoğlunun başına gelen iyiliklerin en iyisi olup olmadığını kimse bilmiyor, ama güya başa gelebilecek en büyük kötülük olduğunu sandıklarından ondan korkuyorlar. Birinin bilmediği bir şeyi bildiğini sanması cehaletin en utanç verici türü değil midir? (syf. 47) 


- Her tehlike türü için ölümden sakınmanın birçok farklı yolu vardır, yeter ki tehlikede olan kişi her şeyi söyleyecek ve her şeyi yapacak kadar utanmaz olsun. Ancak beyler dikkat edin: Ölümden sakınmak o kadar zor değildir, zor olan kötülükten sakınmaktır, çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar. (syf. 59) 


- Bedenin basiretsizliğinden kurtulup arındığımızda, arınmış varlıklarla birlikte olacağız ve kendi imkanlarımızla arınmış bilgiye ulaşacağız. Gerçek dediğimiz şey belki de bu bilgidir, çünkü arınmamış olanın arınmış olana değmesi kabul edilemez. (syf.101) 


- Ömrümüz boyunca erdem ve bilgelik kazanmak için elimizden geleni esirgememeliyiz, çünkü ödülü güzel olduğu gibi verdiği umut da büyüktür. (syf. 172) 



*Alıntılar; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın 2017 senesindeki XI. baskısına aittir.

Diğerlerinden Daima Bir Adım Önde Olanlar :)