12 Şubat 2020 Çarşamba

Émile Zola__Nana / #kom2020 /


Evet, yine bir klasikle merhaba. :) Arkadaşlarımla her aya bir klasik belirledik, bu ocak ayının kitabıydı, tabi ben anca paylaşım yapıyorum. Şubat kitabımız da Don Quijote, çok keyifli gidiyor. Keyifle yazacağımı düşünüyorum onun yorumunu ama henüz bitmedi tabi, bakalım. Hepinize bol kitaplı günler dilerim. 💚

____________________________________________________________

Natüralizmin kurucusu ve en önemli temsilcisi olarak görülen Emile Zola, bu akımın ilkelerini uygulama amacıyla Rougon-Macquart serisini kaleme almış, Nana da bu serinin içerisinde yer almaktadır. Yazar her kitabında olduğu gibi bu kitabı için de uzun yıllar araştırma yapmış, kitapta geçen mekanları gerçek mekanlardan seçmesinin yanı sıra sofrada sunulan yemekler gibi ufak ayrıntılara bile aynı önemi vermiş. Önsöz kısmında kitap hakkında bu tarz bilgilere yer verilmesi çok hoşuma gitti. Esere başlamadan önce güzel bir hazırlık süreci oldu benim için. :) 

Nana, çamaşırcı bir annenin ve sarhoş bir babanın kızı olarak dünyaya gelmiş ve çocukluğu yoksulluk içinde geçmiştir. Bir evlilik yapmış ve bir çocuğu olmuştur. Fahişelik yaparak yaşamını sürdürmektedir. Onun için gençliği ve güzelliği her kapıyı açmaktadır, öyle ki hiçbir yeteneği olmamasına rağmen sırf güzelliğinden dolayı tiyatroda kendisine yer bulmuştur. Nana’nın güzelliğini kullanmasını ve erkeklere her istediğini yaptırarak konumunu daha iyiye taşıma çabasını okuyoruz. Yazar bu hayatı anlatırken toplumun yaşayışına, ahlaki değerlere, ikiyüzlülüğe, çıkarcılığa ve bunun gibi birçok kavrama değiniyor. 

Nana benim için hem okuması kolay hem de zor bir eser oldu. Kitabın en başından beri yazar o kadar güzel kişileri ve mekanları tasvir etmiş ki ben de o mekanlarda geziniyor ve kişileri tanıyor gibi hissettim, bu da karakterlerin yaptıkları her davranışta sinirlenmeme ya da sevinmeme neden oldu. 

Nana’nın bazı zamanlarda çocuğuna olan özlemini dile getirmesi, kendisinin borç içinde yüzerken başkasına elindeki son parayı verebilmesi, sevdiklerine elinden gelen yardımı hiç düşünmeden yapması sizi ona yakınlaştırıyor, tam düzenli bir hayata geçiş yapacak derken tekrardan yanlış kararlar vermeye başlaması ise sizi sinirlendiriyor. Onu anlamaya çalışmak beni çok yordu, bazı yerlerde yaptıklarının hiç elle tutulur yanı yoktu. 

Kitapta en çok uzun betimlemeleri sevdim, özellikle tiyatroda geçen kısımlar, bana da kulis havasını soluma fırsatı verdi, tasvirlerinin çok ayrıntılı oluşu gözünüzde birebir canlandırabilme fırsatı veriyor, tabi bu tarz anlatımları sıkıcı bulanlar için işkenceye dönüşebilir o sayfalar. 

Nana merkezde gibi görünse de aslında yan karakterlerin bile bazı zamanlarda büyük rolleri vardı ve olayların gidişatını değiştirecek davranışlarda bulundular. Bunu ayrıca sevdim, tek Nana’nın geleceğini düşünmekle kalmadım diğerlerinin durumunu da merak ettim. 

Kitabın sonunu tahmin ediyordum ama bu sonucun nasıl olacağını kestiremiyordum, bir sürü seçenek belirlemiştim ama tutmadı. :) Sonuç olarak, yazarın Germinal kitabını okumuştum ve aşırı beğenmiştim, bunu da sevdim ama ondan birkaç tık daha az tabi.

Altını çizdiğim satırlardan bazıları şu şekildeydi:

- Sevmek, çok budalacaydı, hiçbir yere varmıyordu. (syf 195)

- Şu kırılgan insanlığının çatırdayıp çöktüğü o korkunç bunalım içinde neden hemen Tanrı'yı düşünmemişti? (syf 225)

- Doğru, dedi ikna olmuş bir ifadeyle, sevgi her şeyden önce gelir. (syf 232)

- Böyle bir gönül serüveni uğruna kendini harcamakla hata ediyordu; geçici hevesler yaşamı berbat ederdi. (syf 238)

- (..) içinden bir ses beğenilerle renkleri tartışmamak gerektiğini söylüyordu, çünkü günün birinde kimi seveceğimiz hiç belli olmazdı. (syf 248)

- Saygının bulunmadığı yerde sevgi olmazdı. (syf 307)

- Ölme şeklinin bir önemi yoktu, önemli olan soylu bir ölüm olmasıydı. (syf 332)


Alıntılar; Türkiye İş Bankası  Kültür Yayınlarının 2019 senesinin IV.Baımına aittir.
Fotoğraf; ortak okuma yaptığım arkadaşıma aittir. :)

1 Şubat 2020 Cumartesi

Hüseyin Rahmi Gürpınar__Efsuncu Baba / #kom2020 /


Kitap okumayı çok seviyorum ama Türk Edebiyatı'na gelince çok eksiğim var. Bu sene bu eksik yönümü biraz kapatmaya çalışacağım. Umarım başarılı olabilirim. İş Bankasının bu serileri bana ilaç gibi gelecek, eminim. 😇 

_____________


Başkahramanımız adından da anlaşılacağı gibi-Efsuncu Baba- büyülerle ve tılsımlarla uğraşan, yapacağı her işini uğurlu bir saate denk getirmeye çalışan, uğursuz saat ve günlerde hiçbir işini yapmayan, yazdığı tılsımlar sayesinde kendisinin ve çevresinin başına bir şey gelmeyeceğine inanan biridir. Öyle ki, bir tılsımla ölümcül hastalıklardan kurtulacağına inandığı gibi evine yaptığı tılsımlarla da hiçbir hırsızın evine giremeyeceğine inanmaktadır. Kısacası, her anını böyle yaşamaktadır.

Efsuncu Baba, eline geçen bir kitap sayesinde orada yazılanları gerçekleştirdiği takdirde bir define bulacağına inanmaktadır, kitapta yazılana göre bu defineyi iki tane insan kılığına bürünmüş melek sayesinde bulabilecektir. Agop ve Kirkor adlarında iki gençle karşılaşır. Ve böyle Efsuncu Baba’nın karşılaştığı iki iplikçi genci kitaptaki melekler sanmasıyla define arayışları başlar.

Bu iki gencin diyalogları şivelerle verilmiş ve her ne kadar anlaşılır olsa da -ki olmayan kısımlar dipnot ile çok güzel açıklanmış- arka arkaya okumak bir süre sonra beni zorladı ve ara vermek zorunda kaldım. Bir de bazı kısımlar bana orta oyunlardaki abartılı diyalogları hatırlattı, seyirciyi güldürmek adına abartılı konuşmalardan yararlanılmış gibiydi.

Ayrıca, her ne kadar kitap konusu define arayışı gibi görünse de aile bireylerinin de yaşadığı durumlar anlatılarak iyice karakterlerin içinde bulunduğu durum ve toplumsal yaşam yansıtılmaya çalışılmış ve anlatımın gidişatına yön verilmiş.

Define arayış macerasının anlatımı merak uyandırıcıydı, bu kadar kısa bir eser olmasına rağmen sonuç aceleye getirilmemiş ve ayrıntılı, birçok noktaya açıklık getirir şekilde sonuçlanmıştı. Kitaptan her ne kadar siz bir kıssadan hisse çıkartmış olsanız da bu durum yazara yeterli gelmemiş ki sonunda kendisi de vermek istediği mesajı açıkça ifade etmiş ve almamız gereken dersi bize aleni bir şekilde sunmuş.

Yazarın okuduğum ilk kitabıydı, bu kitapla tanışmış oldum kendisiyle ve beğendim, elimde olan diğer kitaplarını da severek okuyacağıma eminim. :)

Kitapta altını çizdiğim bazı satırlar şu şekildeydi:

- Şimdicek bu kederli dünyanın sefası yalnız tımarhanelerde kaldı... (syf 30)

- Mesele benim kabulümde, sizin rızanızda değildir... Kaderde olan şey kendi kendine olur... (syf 42)

- Görmeden her şeye insanırsan insanı çok kandırırlar... (syf 65)

- Hepimiz daima aldanıyoruz, fakat fırsat düştükçe aldatıyoruz. (syf 75)

-Hakikatın büyüklüğünü tanıyıp da onunla dost olamayanlar, o kılığa bürünmüş yalanlarla oyalanırlar. (syf 75)

- Her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar. Mesele, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı terbiye edebilmektedir. (syf 76)

- Bu dünya henüz büyük komik Molière çağından üç adım ileri gitmedi. Daima üstadın ebedi komedyaları tekrarlanıp duruyor. Yalnız sahnenin dekorları değişti. Tarzlar başkalaştı. İnsanın mayası hep o maya... Kötüler daha kurnazlaştı. Birbirine zarar verme ilerledi. Fenalık büyüdü. (syf 77)


*Alıntılar; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın 2019 senesinin IV.Basımına aittir. 
*Fotoğraf; Ortak okuma arkadaşıma aittir. :)

24 Ocak 2020 Cuma

Tomris Uyar__Otuzların Kadını


Tomris Uyar ile geç tanışanlardanım, bu okuduğum ikinci kitabıydı. İlk okuduğum kitabı Yaz Düşleri Düş Kışları'ydı. O kitabı merak edenler üzerine tıklayıp eski yazıma ulaşabilir. 😇 Bir okuma etkinliği için ikisini seçmiştik arkadaşımla. Diğer kitaplarından bir adım öne çıkmalarının sebebi de isimleriydi. Ben yazarı çok sevdim, diğer kitaplarını da ara ara alıp okumayı düşünüyorum. 💚
___________________________

Kitap, yazarın Otuzların Kadını’nı yazmaya çalışırken ne kadar zorlandığını ifade eden satırlarla başlıyor. Biçimsel sıkıntılardan söz ediyor: kağıt teksir mi olmalı yoksa pelür mü, harfleri italik mi yazsın yoksa normal mi vb şekilde içsel konuşmaların ardından aslında asıl sıkıntı ortaya çıkıyor; sözcükler. Yıllarca hüküm sürdüğü, her türlü şekle soktuğu kelimelerin Otuzların Kadını’nı gerçek anlamda yansıtamayacağını ve kendi iç dünyasının yansıması olarak kalacağından çekiniyor. Ardından gözü salondaki bir kadın portresine takılıyor, kitaba adını veren Otuzların Kadını’na. Ve böylece Uyar’ın düş mü gerçek mi dedirtecek anlatımıyla kitabın dünyasına giriş yapıyoruz.

Kitap, birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşuyor ve odak noktasını duvardaki portre oluşturuyor. Portrenin sahibinin kızının ağzından geçmişe yolculuk yapıyoruz. Portrenin sahibinin aslında yazarın annesi olduğunu bazı satırlarda fazlasıyla hissediyorsunuz.

Portrenin yapıldığı zamanlarda sahibinin neler düşündüğüne, düşlerine ve gelecekten beklentilerine, o heyecanına ortak oluyorsunuz. Bir portreye baktığınızda aslında sadece görüneni ya da görmek istediğinizi gördüğünüzü aslında arka planında ne hüzünleri, ne hayalleri barındırdığını size gösteriyor kitap.

Otuzların Kadını’nı yansıtan bir kitap gibi görünse de aslında her yaşın kadınını barındırıyor içinde: evliliğin yükünden sıkılmış bir eş, kendini yorgun hisseden bir anne, evladı ve eşi arasında kalan bir anneanne ya da hayalleri ve gerçekler arasında kalan bir torun. Bu yüzdendir ki sanırım siz birçok satırda aslında kendinizden ya da çevrenizdeki bir tanıdıktan da bahsedildiğini hissediyorsunuz, anlatılan karakteri eleştirirken bir nevi özeleştirinizi yapıyorsunuz ya da kendiniz yahut sevdiğiniz biri başarmış gibi mutlu oluyorsunuz.

Öyküler arası geçişlerde bazı zamanlar fazlasıyla yarım kalmışlık hissini yaşatıyor yazar. Tekrardan kaldığı yerden devam ediyor gibi görünse de aslında büyük bir boşluğun arada olduğunu hissediyorsunuz. Aynı hayat gibi.

Uyar, kadınların iç dünyalarını gözler önüne sererken dış dünyadan da soyutlamıyor bizi. Dönemin siyasi olaylarına, gençlerin eylemlerine, yaşanılan sıkıntılara, ekonomik sorunlara ya da kültürel çatışmalara da yer veriyor. Bunu yaparken üzerine çok yorum yapmıyor, size bir fotoğraf gibi sunuyor ve gerisini size bırakıyor.

Sayfa sayısının azlığına rağmen birçok duyguyu dolu dolu içinde barındıran bir kitap. Özellikle de kelime oyunları yapmadan basit bir anlatımla sizi etkileyecek bir anlatıma sahip. En azından benim için böyleydi, bana hitap eden bir yazım tarzı olduğu için ben beğenerek okudum.


Altını çizmekten keyif aldığım bazı satırlar:

- Belki de yazma eylemi, şu ufak tefek insan bedeninin koskaca bir dünyaya açılmasını sağlıyordur.(syf 14)

- (..) kitapçı dükkânı açmanız yerinde bir karar, bana sorarsınız. Her gün sevdiğiniz yazarlarla onları seven okurların arasında olacaksınız. Eski-kitap-kokusu duyacaksınız. (syf 32)

- Bir dudak boyası lekesi, bir parfüm kokusu, bir iki saç teli bulup haklı çıkmak geldi içinden. Arasa bulabilirdi de, ama boşuna bir çabaydı. Kocasının onu başka kadınlarla aldatma olasılığı bir yana, asıl onları kendisiyle arada bir aldatmasına katlanamazdı, hiçbir haklılık uğruna. (syf 45)

- Yaşamak, bir günü daha atlatmak demekti, o kadar. (syf 47)

- Acaba bizler, yara-almadığımıza, güçlü olduğumuza bu kadar inanan çocuklarımızın bir gün biz yok olduğumuzda duyacakları boşluğu nasıl hafifletebiliriz? Şimdiden başlamalı, ama nerden? (syf 50)

- Ama kırtasiye dükkanları dünyanın her yerinde aynı kokuyordu: kişiye yalnızlığını hissettiren, öte yandan da bir renk cümbüşüyle çevresini sarmalayan kışkırtıcı bir koku. (syf 55)

- Televizyonun Türkçemi giderek bozacağından kaygılanmam sizce yersiz mi? (syf 87)

Merhaba canım,
  Önce iyi bir haber: yalnızlığa sandığımdan daha çabuk alıştım. Aslında sensizliğe demek daha doğru, çünkü ne de olsa yalnızlığa baştan beri alışkınım. (syf 107)


*Alıntılar, Yapı Kredi Yayınlarının 2018 senesindeki VII.Baskısına aittir.
*Fotoğraf, ortak okuma yaptığım arkadaşıma aittir. 

16 Ocak 2020 Perşembe

Blog Yazmaya Nasıl Başladın? - Mim-



Öncelikle merhaba :)

Daha önce hiç mim yapma fırsatım olmamıştı, o yüzden blog dünyamda bu bir ilk, umarım okuyanlar için keyifli olur. Olur da sıkılırsanız diye acil çıkış kapıları için hemen yönlendirmemi yapayım: Beni mimleyen ve her seferinde iyi ki tanımışım dediğim Deep'in yazısı için tık tık ve diğer mimleyenim bu kış gününde ismiyle ısıtan arkadaşım İçimdeki Yaz'ın yazısı için tık tık (Ben görmeden kaçabilirsiniz🙈)

__________


Evet, bu aleme nasıl düştüğüme gelirsek, gerçekten de bir düşüş oldu benimki, damdan düşmüş tabiri tam bana uyuyor. 😊 Şöyle ki, kitap okumayı çok severim, genelde yeni kitaplar keşfetmek için ya da elimde olan  kitapları okumadan önce o anki ruh halime uygun mu diye anlamak için kitap bloglarını ziyaret ederdim. Bloggerların yorumlarıyla da o an bana iyi gelecek kitaplara öncelik verirdim. Arkadaşlarımla yaptığımız etkinliklerin ardından kitap yorumlarımızı yazardık ve onlar da sürekli bir blog açmamı ve kendi arşivimi oluşturmamı söylerlerdi. Sadece o an lafta kalırdı, açıkçası öyle bir isteğim yoktu, okumak bana yetiyordu. Zaten yazıyordum, sadece alanım bu kadar geniş değildi, kendime ve çevreme konuşuyor gibiydim. 😊Hoş hala çok ziyaret edenim yok, merak etmeyin yine biz bizeyiz. 🙊

Neyse, yine bir gün okuduğum kitap hakkındaki düşüncelerimi defterime not ederken abime yakalandım ve "iyi de bunları niye blog açıp yazmıyorsun ki, hem böylece farklı yorum ve öneriler gelir ve keyif aldığın sana ait bir sığınağın olur", dedi. Konuştu, konuştu, konuştu ve ben daha cevap vermeden beni bu dünyanın kapısından içeri itiverdi. 😊 

Kısacası, Deep yazısında burayı bir apartmana benzetmişti, bu ifade çok hoşuma gitti. O halde ben de eskiden sadece kapı kapı sizleri ziyarete gelen mahalle sakiniydim ama 2018 yılında blog apartmanında bir daireye taşınmış oldum. Buranın bir sakini olduğum için de çok mutluyum. Her gün yeni şeyler öğreniyorum sayenizde, iyi ki varsınız. 💚

___

Benim tanıdığım arkadaşlarımın çoğunu mimlenmiş gördüm, o yüzden yolu yazıma düşen ve yapmak isteyen herkesi mimlemiş olayım. :) 

Okuyan tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim, mutlu kalın. 😇

11 Ocak 2020 Cumartesi

David Grossman__Bir At Bara Girmiş




Çok değişik bir okuma deneyimi oldu benim için. Hani bazı kitapları okursunuz ve sevdiniz mi sevmediniz mi son sayfaya kadar net karar veremezsiniz, işte öyle bir kitaptı. 

Roman, bir stand-up’çının sahneye çıktığında neler anlattığı üzerine kurgulanmış. Gösterinin kahramanı: Dovaleh. Bir gün yıllardır görüşmediği hâkim olan arkadaşını arayarak gösterisini izlemesini ve sahnedeki kendisi hakkında düşüncelerini ona iletmesini istiyor. Neden çağrıldığını bilmemenin verdiği merakla hâkim arkadaş gösteriye gidiyor ve böyle ikisinin anlatımıyla gösteri başlıyor. Ben de kendimi bir mekâna bir şeyler içmeye gidersiniz ve arka fonda varlığını bilmediğiniz ama sırf oraya gittiğiniz için katıldığınız etkinliklerden birindeymişim gibi hissettim. Dovaleh’ın gösterisi için sandalyemi çektim ve kitabı okumaya başladım. 

Kendisini izleyenlere takılarak başlayan bu gösteri fıkralarla ve onlardan aldığı tepkilere verdiği cevaplarla devam ediyor. Fıkraların bazıları hatta birçoğu gerçekten de komik değil, bunu kabul ediyorum ama Dovaleh’ın onları anlattıktan sonraki tepkileri, beklentileri ve düşünceleri sizi mekânı terk etmekten alıkoyuyor. En azından benim için öyle oldu. Özellikle de Dovaleh sahne üzerindeki olayları size aktarırken, seyirciler arasında olan arkadaşının diğer seyircileri gözlemlemesi ve onlar üzerine yorumlar yapması sizin daha net çıkarımlar yapmanızı sağlıyor. 

Kitap bu seyirde ilerlerken anlatılan fıkraların gerçekçilikleri de bir yerden sonra artmaya başlıyor, daha çok güldürmekten ziyade aslında hüznün yer aldığını konulara geçiş yapıyor. Kendi hayatından ve ailesinden verdiği kısa örneklerle de okuyucuda merak duygusu oluşmaya başlıyor ve kitabın yarısından sonra ise gösteri birden Dovaleh’ın hayatında önemli bir yere sahip olayın anlatılmasına geliyor. Kitabın bu kısımları beni daha çok bağlayan noktaydı, çünkü hâkim arkadaşın da o olayın geçtiği yerde olması ve içten içe kendisine sataşmasından korkması, acaba arka planda ne var dedirtiyor? Basit ama insanı meraklandıran bu kurgu da işte beni kitaba bağladı. 

Komediden çok trajediye dönüşen bu süreç, daha çok iç hesaplaşmaların olduğu bir hayat travmasını gözler önüne seriyor. Dovaleh’ın merkezde olduğu ama etrafındaki herkesin nasibini aldığı bir hesaplaşma bu. Benim en çok sevdiğim kısımlar da bu satırlardı. 

Dovaleh her ne kadar kendisi için önemli olan bu olayı anlatırken seyirciyi de kendisine bağlamak istiyor ve şakalardan, fıkralardan yararlanmaya çalışıyor ama yine de birçok seyircinin mekânı terk etmesine engel olamıyor. Onunla gönül bağı kurulabilen bir avuç seyirciyle- ki onlardan biri de benim- bu gösteriyi tamamlıyor. Bu yüzden de tavsiye etmekten çekineceğim kitaplar arasına koydum kendisini ama ben mekânı terk etmeyip gösteriyi tamamladığı için memnun olanlardanım. :)

Altını çizdiğim satırlardan bazıları şu şekildeydi:

Kendi kendisini incitmekte bu kadar başarılıyken başkasına neden gerek duyduğunu merak ediyorum. (syf 16)

- Söylediklerini dinlemek bazen kitap okumak gibiydi. (syf 67)

- Soru sormayı da dinlemeyi de biliyordum. (syf 115)

- Aşk sarhoşuydum; kurtuluş hissi gibi bir şey ve uykusuzluk başımı döndürüyordu. (syf 115)

- Kendimi o kadar az anlıyorum ki... Şu son yıllarda kendimi anlamadaki aczim her geçen gün katlanarak artıyor. (syf 133)

- Kafam bin türlü düşünceyle alev alev yanıyor, her şey unufak oluyor, eziliyor, beynimin içi çarşamba pazarı gibi karman çorman, aynı anda o kadar çok düşünce fink atıyor ki, kendi aklımın yolunu bulamıyorum bir türlü. (syf 145)
- İnsanların dünyadaki günleri sayılıdır, unutma, sen sen ol, o sayılı günleri onlar için hoş kıl. (syf 152)

- Belki bir saatten de azdı, on beş dakikaydı belki, tam emin değilim, insan çocukken zaman da farklı oluyor. (syf 174)

- (..) sevgili Fernando Pessoa'mızdan alıntı yaparak şöyle fısıldadığını duyabiliyorum kulağıma: 'Bütün olmak için, var olmak yeter de artar.' (syf 214)


*Alıntılar; Siren Yayınlarının 2019 senesindeki IV.Baskısına aittir.

6 Ocak 2020 Pazartesi

Yalçın Tosun__Peruk gibi Hüzünlü



Önceden okuduğum bir kitaptı, yağmurlu bir hava var yaşadığım yerde dün geceden beri, aklıma geldi, hüzün kokusu yağmur kokusuna karışsın biraz. 
_____________________

Yazarın okuduğum ilk kitabıydı, çok sevdiğim bir arkadaşımın hediye etmesiyle tanıştım yazarla, bundan sonra da kitaplarını okuma listeme alacağım. 

Kitap 4 bölümden oluşuyor, her bölümde 4 hikaye var. Her bölüm yazarın aynı isimli şiirinden bir alıntıyla başlıyor. Hatta bu şiir Mabel Matiz tarafından da çok güzel yorumlanmış, insanın içine işliyor. Kitaba ara verdiğinizde ya da bitirdiğinizde dinlemenizi tavsiye ederim, hikayelerin etkisini daha da kalıcı kılıyor. Hatta şu an yorumu yaparken dinliyorum. Belki siz de dinlersiniz diye yazının sonuna ekliyorum.

Hikayelerin konularına bakınca, kadınlara, erkeklere, ensest mağdurlarına, eşcinsellere, aşıklara ve aklıma gelmeyecek hayatın her kesiminde karşılaşabileceğimiz olaylara yer verilmiş. Kitap, elinize aldığınızda bir oturuşta bitireceğiniz akıcılıkta olmasına rağmen ne yazık ki anlatılan hikayelerin içeriği size dayak yemiş hissi verdirtebiliyor, o an sadece sayfaya bakakalıyorsunuz, hatta bazen yanlış mı anladım diyerek bir kaç satır geriye dönüp üzerinden geçtiğiniz cümleler oluyor. 

Kitapta hoşuma giden bir diğer husus ise; bazı davranışlar o kadar tanıdık ki o sahne hemen gözlerinizin önüne geliyor, hoşunuza gitmeyen bir konu konuşulduğunda camdan dışarı bakmak ya da ben bir çay suyu koyayım diyerek ortamı terk etmek, yemeğin tadının tuzunun o an en önemli mevzuymuş gibi dile getirilmesi vs. duygu aktarımları çok gerçekçi ve de ruha dokunur şekildeydi, en azından benim için öyleydi. 

Bazı hikayelerden sonra ve kitabı bitirip kapağını kapattığımda bir süre düşündüm, düşündüklerim ruhuma ağır geldi ve içimden ben en iyisi bir çay suyu koyayım diyerek kitabı rafa kaldırdım.

Öykü okumayı seven biri olduğum için benim hoşuma gitti, ilgilisine de tavsiye ederim. :)

Altını çizdiğim bazı satırlar şu şekildeydi:

- Her şey her zaman olduğu gibi insanın kendisiyle ilgiliydi işte, kendisiyle ve hissedip söyledikleriyle. (syf 31)

- Ağlamazken bir insanın bu kadar hüzünlü görünebileceği aklına gelmemiştir. (syf 58)

- Amaçsızca ve bir anda karar verilerek çıkılan yolculukların ilham verici, hatta kimi zaman yenileyici olduğu söylenir. (syf 68)

- Neden ben onlar gibi değildim sanki? Neden değişmiyordum hiç? Bir kez bile bir şeyi hafife alarak oluruna bırakmıyor, bir kez bile boş veremiyordum. (syf 71)

- Aşk gözümü kararttı işte, bazen onun da herkes gibi etten kemikten bir insan olduğunu unutuyorum. (syf 76)

- Her şeyi sevemez ki insan, yaralanarak hiç sevemez. (syf 88)

- İnsan kalbidir gün gelir soğur. Onunki de soğudu, acısı dayanılır oldu. (syf 105)

______________________________________________________________




31 Aralık 2019 Salı

Marcel Proust__Albertine Kayıp (Kayıp Zamanın İzinde - Altıncı Kitap)


Bir süredir hem kitaplarımdan hem de buralardan uzaktım. Kişisel sebeplerden dolayı uğrayamadım ama çok özlemişim buraları, vakit geçirince bunu daha da iyi hissettim. Bu yılın son yazısını sevdiğim yazar Proust'um ile yapalım istedim. Son kitabı okumaya da yeni yıla girdiğim saatlerde yapacağım. :) Herkese şimdiden güzel bir sene dilerim, her istediğinizin olması dileğiyle. Sevdikleriniz hiç hayatınızdan eksik olmasın. Tekrardan mutlu seneler. 💚
____________________________________________

Kayıp Zamanın İzinde serisi benim için bir dizi gibi devam ediyor, Mahpus kitabının son sayfalarında çok etkili bir sezon finali yapmıştı, Albertine Kayıp ile içimdeki o büyük heyecan ve merakla kaldığım yerden yeni sezonla devam ediyorum. 

Evet, Mahpus kitabındaki son sahneyi hatırlarsak Albertine her ne kadar gidişinin sinyallerini vermiş olsa da başkahramanla o kadar çok vakit geçirdiğimden olsa gerek onun gibi sürekli yok ya gitmez, yine düşüncesi değişir, bizi şaşırtır tarzında düşüncelere sahiptim. Gerçekleşeceğini bildiğim sondan kaçış ne yazık ki mümkün olmadı ve Albertine gitti. Seri boyunca ağzından her çıkan cümleyle beni gülümseten François’den gelen bu haber, bu sefer beni üzmüştü. Albertine’nin gidişi mi beni üzdü yoksa kahramanımızın düşüncelerinde bile ayrılırken pişman olması aklıma geldiğinden, onun bu durum karşısında yaşayacağı hisleri mi beni tedirgin etmişti bilemiyordum. Bu düşüncelerin ardından nihayet kitabı okudum ve yine çok sevdim. 

Kitap, ilk cümlesiyle - "Mademoiselle Albertine gitti!"- üzüntülü bir yolculuğa başladığımın sinyallerini vermişti. Bundan sonrası ise Albertine’nin yokluğunun kahramanımızın gözünden bize yansımalarıydı. Açıkçası, kitabı okurken yazar o kadar güzel betimlemeler ile düşüncelerini ifade ediyordu ki onların büyüsüne kapılıp Albertine dönecek mi dönmeyecek mi konusunu merak edecek fırsatım bile olmadı. 

Kahramanımız, Albertine yanındayken cevabını almasının kolay olacağı konularda bile o kadar çok ikileme düşüyordu ki, şimdi onun yokluğuyla iyice düşünceleri karmaşıklaşıyor. Açıkçası bir sayfada sayısız kere fikir değiştirmesi ve mantıklı olandan iyice uzaklaşması yer yer kahramanı yakasından tutup silkelemek istememe neden olmadı diyemem, kıyamadım ama yine ona. Özellikle de Albertine’e yazdığı mektubu okuduğum kısımlar, annesiyle tren yolculuğu sırasında yaptığı konuşmalar en keyif aldığım yerlerdi, çok güldürdü beni. :) 

Kitabın başından sonuna kadar kıskançlığın sayısız haline tanık oldum diyebilirim. Yazar uzun uzun kıskançlık üzerine düşüncelerini paylaşmış, onları bazı yerlerde somutlaştırmış ve benim altını çizmekten keyif aldığım o yazım ifadesine dönüştürmüş. Şu zamana kadar en çok altını çizdiğim kitap buydu. :) 

Her ne kadar kitabın büyüsünü bozmamak adına söyleyemesem de kitapta çok şaşırdım zamanlar yaşadım. O kısımları okurken üzüldüğüm daha sonra umutlandığım ama yine hayal kırıklığı yaşadığım anlar oldu. Birçok duyguyu bir arada hissettiğim nadir kitaplardan biri oldu benim için. Venedik’te geçen kısımlar ve onunla gezdiğim yerleri gözümde canlandırmam ise en canlı anlarımdı. 

Serinin sonlarına gelindiğinden olsa gerek o kadar çok şey yaşanmış ki sanki yakın bir dostumuzla geçmişten bahsediyormuş gibi hissettiğim zamanlar oldu. O eski konulardan bahsederken hep başkahramanın gözünden bakmıştım, olayın diğer kahramanın bakış açısıyla da birçok gerçeği görebildiğim için ayrıca güzeldi. 

Ve ben yine bu kitabın ardından kısa bir sezon finali yapıyorum, büyük final için de hem biraz buruğum hem de oldukça heyecanlı. Seriye veda edişim zor olacak gibi görünüyor. :)

Kitapta altını çizmekten keyif aldığım bazı satırlar:

- Benim nazarımda bir hiç olduğunu zannettiğim şey, demek ki aslında bütün hayatım, her şeyimdi.
(syf 7)

- Ne var ki, gerçekte insanlar nadiren dostça ayrılır, çünkü arada dostluk varsa, zaten ayrılmazlar! (syf 12)

- Bir romanı okurken, kadın kahramana sevdiğimiz kadının yüz hatlarını yakıştırmamanın imkânsız olduğunu biliyordum. Ama kitap mutlu bir sona bağlansa da, bizim aşkımız olduğu yerde saymıştır ve kitabı kapattığımızda, sevdiğimiz, romanda nihayet bize gelmiş olan kadın, hayatta bizi daha fazla sevmemektedir. (syf 39)

- Acının dinmesi mi? Ölümün var olan şeyi silip geri kalan her şeyi olduğu gibi bıraktığına, diğerinin varlığını sadece bir ıstırap kaynağı olarak algılayan kişinin kalbinden ıstırabı çekip çıkardığına, ıstırabı çıkarıp, yerine başka bir şey koymadığına gerçekten inanmış olabilir miydim? (syf 62)

- İnsan gönlünde yatanların ne kadar azını biliyor! (syf 62)

- (..) çoğu kez, âşık olduğumuzu anlamamız, hatta belki âşık olmamız için, ayrılık gününün gelip çatması gerekir. (syf 92)

- Ara sıra, kalbimle hafızam arasındaki iletişim kopuyordu. (syf 112)

- Eski günler yavaş yavaş daha önceki günlerin üzerini örter, sonra da onları izleyen günlerin altına gömülürler. Ama nasıl ki dev bir kütüphanede en eski kitapların bile muhtemelen kimsenin arayıp sormayacağı birer nüshası bulunursa, her eski gün de içimizde yerini almıştır. (syf 128)

- Hayatımız boyunca yalan söyleriz, hatta özellikle, belki de sadece, bizi sevenlere yalan söyleriz. (syf 194)

- İnsan ulaşamadığı veya kesin olarak ulaştığı hedefleri kolaylıkla küçümser. (syf 258)

- Tıpkı yaşayan insanlar gibi ölülerin de bir şeye sevineceğini mi üzüleceğini mi kestirmek imkânsızdır. (syf 263)

- Artık sevmediğimiz ve yıllar sonra karşılaştığımız kadınlarla aramızda ölüm yok mudur gerçekten de? (syf 280)

5 Ekim 2019 Cumartesi

Laurence Sterne - Tristram Shandy-Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri






Bazı kitaplar vardır, okursunuz, çok keyif almışsınızdır, kitabın birçok sayfasında yeri gelmiştir kahkahalar atmışsınızdır, yeri gelmiştir hem kızmış hem de eleştirmişsinizdir. Birçok duyguyu birden yaşamışsınızdır. Okurken bir sürü yorum yapmış, fikir yürütmüşsünüzdür, bu durum kitabın son sayfasına kadar sürmüştür. Asıl sorun bundan sonra başlar, kitabın sayfasını kapattığınız an, biri size nasıldı dese o an ne diyeceğinizi bilemezsiniz. Bu durumu ben bir gösteriye gidip saatlerce esprilere gülüp anekdotlara hayran kalıp ardından hiçbirini aktaramamaya benzetiyorum, bu kitap da bana bu duyguyu yansıttı. 

Tristram Shandy, anlatılmaz, ancak yaşanılır diyebileceğiniz bir karakter. :) Tristram, size kendi hayatını anlatıyor, fakat bu sıradan otobiyografilerden çok farklı, çünkü romanın büyük bir kısmında kendisi yok, kendisi hariç bir sürü olaydan bahsediyor. Kitap doğumundan öncesine kadar gidiyor, annesi ve babasının evliliklerinden başlıyor. İlk iki bölümde henüz doğmamıştır ama anlattıklarına bakınca sanki yanlarındaymışçasına olayların en ufak ayrıntısına kadar bahsediyor. Ardından gelen iki bölümde ise doğumunun ilk gününde çakılı kalıyorsunuz, bir gün ötesine geçemiyorsunuz. Bu süreç diğer bölümlerde de böyle geçip gidiyor. 

Kitap birçok atıflardan oluşuyor, kimi zaman Cervantes, Shakespeare, Vergilius gibi yazarlara, bazen tiyatro oyunlarına, masallara, romanlara. Bunlar, her bölümün sonunda Dipnotlar ile belirtilmiş. Bu durum hem hoşuma gitti hem de okumamı zorladı. Şöyle ki, her bölüm sonu yerine sayfa altlarında olsaydı sürekli aç-kapa yaparak okuma bölünmeyebilirdi ya da en sona koyulsaydı bulmak daha kolay olabilirdi. Onun dışında direkt okuyup geçeceğim birçok satırın aslında farklı anlamları olabileceğini görmemi sağlaması hoştu. 

Kitaptaki her bir karakter kendine özgüydü diyebilirim. Toby amcanın olayları farklı yorumlaması, düşünceleri, çoğu yerde gülümsememe sebep oldu. Anne ve baba Shandy arasındaki muhabbetler ise ayrı keyif aldığım satırlardı. Özellikle annenin, her şeyi onaylaması ve hiçbir şeye karışmayan tutumu gülümsetmenin yanında bari bu konuda bir tepki ver dedirtti. Baba Shandy’nin bazı konularda takıntılı davranması ama ne kadar çok istese de olayların onun isteği dışında gelişmesi, kaderin cilvesini yineletip durdu :) Doktor ile olan kısımlar da ayrıca keyifliydi. 

Sonuç olarak, kitap güneşli bir havada sağanak yağmura yakalanmak gibiydi benim için. O kadar çok konu ve olaylara maruz kaldım ki, sadece ıslandığım kadarıydı anladığım. İyi ki okumuşum dedim mi evet dedim. Shandy’i tanımak güzeldi. :) 


Altını çizdiğim bazı satırlar şu şekildeydi:


- İNTİKAM, bir muzır köşeden başını çıkartır, hakkında bir namussuzluk hikâyesi uydurur, ve sen istediğin kadar iyi kalpli ol, istediğin kadar dürüst davran, belini doğrultamazsın. (syf 51)


- --- Çok hoş doğrusu; --- eğer istediğini elde edememişsen, --- asla ondan daha az "iyi"siyle yetinme; --- hayır, bu içler acısı bir durum olur. (syf 65)


- Yaşamak ve sağlıklı olmak arzusu insanın doğasında vardır; özgürlük ve gelişme isteği bu tutkunun kız kardeşi olurlar. (syf 113)


- KİŞİ kendini bir tutkuya teslim ederse, ---ya da, bir başka deyişle, BOŞZAMAN BEYGİRİ iyice dik başlı kesilip de gemi azıya alırsa, --- elveda serinkanlı sağduyu, elveda düzgün düşünce! (syf 114)


- Aristo'nun Başyapıtı'nda denilmiştir ki, " İnsan geçmişe ilişkin bir şeyler düşündüğünde, --- aşağı, yere bakar; --- oysa geleceğe ilişkinse düşünceleri, gözlerini yukarı, gökyüzüne çevirir." (syf 121)


- Bu dünyada insanın güvenebileceği ve en tartışmasız biçimde vakıf olabileceği tek bilgi, kuşkusuz, vicdanının temiz olup olmadığını bilmektir. (syf 139)


- KİŞİNİN bedeni ile ruhu---her ikisine derin bir saygı beslediğimi belirteyim---tıpkı ceketle astarı gibidirler; birini buruşturun,---öteki de buruşur. (syf 179)


- Ne kadar çok yazarsam geriye o kadar çok yazacak şey kalıyor---dolayısıyla da, zatıâlileriniz ne kadar çok okurlarsa geriye o kadar çok okuyacak şey kalacak. (syf 293)


- İnsan hayatı nedir ki! Bir taraftan bir tarafa---bir kederden ötekine geçmek değil mi?---bir derdin üstüne kilit vurup---bir başkasını açmak! (syf 335)

- Felsefenin her konuda söyleyeceği güzel bir söz vardır,---Ölüm konusunda ise bir kitap dolusu. (syf 358)


- Bu dünyada her şey, dedi babam, koskaca bir şakaya gebe,---ama zekice düzenlenmiş, ders alınacak bir şaka,---tabii anlayabilene. (syf 393)


- Herhangi bir nedenle engellenmek bir üzüntü nedeni olabilir, ama üzüntü nedeniyle engellenmek kuşkusuz feylesofların ÜZÜNTÜ üstüne ÜZÜNTÜ diye adlandırdıkları durum olmalı. (syf 517)




*Alıntılar; Yapı Kredi Yayınları'nın 2018 senesindeki VI.Basımına aittir.
**Fotoğraf; Ortak okuma arkadaşıma aittir.

18 Eylül 2019 Çarşamba

Ağaç Ev Sohbetleri #3




Evet, yeni bir Ağaç Ev Sohbeti için tekrardan yerimi aldım. Bu haftaki konumuzu da çok beğendim, farklı şehirlere konuk olacağız. 😇 Çok uzatmadan, yazmak isteyenler için soruyu tekrardan hatırlatmak adına hemen yazayım: 

Bu hafta ağaç evde, farklı şehirlerde hatta farklı ülkelerde yaşayan ancak her hafta ağaç evde toplaşan kişiler olarak yaşadığımız şehirleri konuşmayı istedik ve sorumuz bu şekildeydi: Yaşadığınız şehrin sevdiğiniz ve sizi oraya bağlayan özellikleri nelerdir? Şehrinizde gitmeyi tercih ettiğiniz yerleri, meşhur yemekleri ve bir gün uğrarsak bize önerebileceğiniz aktiviteleri tanıtır mısınız? 

İzmir'den hepinize öncelikle kocaman bir merhaba! Her sokağı denize çıkan İzmir'imde ben bu sefer sizleri tepelere çıkartmak istiyorum. 💚



Ben size yazımda İzmir'in kültür-sanat yönünü aktarmaya çalışacağım. Tabi bu sadece bir günlük gezebileceğimiz kısmı. 😇


Günümüzde Kadifekale olarak bilinen Smyrna Akropolis’i (Yukarı Şehir) Pagos Dağı eteklerinde Helenistik Dönem'de (M.Ö. 330-30) kurulmuş. Şu an ziyaret ettiğinizde içinde bir Bizans Dönemi sarnıcı ve bir cami kalıntısını görmeniz mümkün. 



Eski İzmir’in kuruluşunun bir efsanesinden sizlere bahsetmek istiyorum. Eminim sizin de yaşadığınız şehrin bir efsanesi vardır. Efsaneler şehirleri yüceltir. Bildiğiniz efsaneler varsa eğer yorumlarda paylaşmanızdan büyük mutluluk duyarım. 😊

İzmir’in kuruluş efsanesinde Büyük İskender rol oynamaktadır. Efsaneye göre Makedonya Kralı Philip’in oğlu İskender, o dönem Pagos olarak adlandırılan tepede avlandıktan sonra dönüş yolunda Nemesis Tapınağı yakınında bir kaynağın başında, çınar ağacı altında uykuya dalmıştır. Rüyasında intikam tanrıçası Nemesis kendisine görünür ve Büyük İskender’e burada bir şehir kurmasını ve Bayraklı'da (Eski İzmir) yaşayan halkı buraya getirmesini ister. Eski İzmirliler bilici Tanrı Apollon’un günümüzde Menderes ilçesinde bulunan, o dönem Klaros diye anılan kehanet merkezine giderler ve oradaki kahine danışırlar. Kahin vasıtasıyla Tanrının verdiği yanıt ''kim Pagos’a yerleşirse dört kat daha fazla mutluluk bulacaktır'' şeklindedir. Bunun üzerine halk yavaş yavaş günümüz Bayraklı’daki tepeden ayrılıp Kadifekale’ye yerleşmeye başlar. Aşağıdaki fotoğrafta Büyük İskender'in çınar ağacı altında uykuya dalışını resmeden Roma parasıdır. 


Siz de Kadifekale’ye çıkıp İzmir’in manzarasını kuş bakışı olarak izleyebilirsiniz. Ben şimdiden size benim gözümden nasıl göründüğünü göstereyim. 



Kadifekale'den yürüyerek Agora’ya, İzmir’in bir diğer önemli tarihsel çekiciliğine gelebilirsiniz.



İzmir Agora’sı Kadifekale ile Kemeraltı arasında yer alıp Roma İmparator’u Marcus Aurelius tarafından MS.178 yılındaki büyük depremden sonra yapılmış. Büyük oranda sağlam olarak günümüze ulaşan Agora günümüzde Kemeraltı hattında olan eski limandan gelen malların satışının yapıldığı bir pazar yeri olarak kullanılmış. Şu an Kemeraltı’nda dolaşırken oranın zamanla dolmuş olduğunu aslında bir zamanlar denizin orada olduğunu düşünmek gerek aslında. Agora aynı zamanda mahkeme binası olarak da kullanılmış. İzmir’e gelirseniz Çankaya metro durağından 10 dakikalık yürüyüşle Agora’ya ulaşabilirsiniz. Unutmadan her ne kadar ziyarete şu an kapalı olsa da dünyanın en zengin grafiti koleksiyonunun Agora’nın bodrum katı duvarlarında olduğunu söylemeden geçmemek gerekir. Agora’nın bu denli nasıl korunduğu merak ederseniz 16. Yüzyıldan itibaren mezarlık olarak kullanılmasının bunda etkisi olduğunu söyleyebilirim. Agora’da hala kazılara Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji bölümünce devam ediyor.


Yorulduysanız Kemeraltı’nda bir kahve içebilirsiniz. Ama öncesinde Süt Çiçeği isimli küçük şirin tatlıcıda kazandibi yemenizi tavsiye ederim. Küçük bir yer olduğu için genelde çok kalabalık oluyor ama sonucu düşünüp keyifle beklediğim çok zamanlar oldu. 😊 Biraz dinlendikten sonra İzmir’in en iyi korunmuş tarihi hanlarından Kızlarağası Hanı’nda dolaşabilirsiniz.






Bugünü sanat ile kapatalım derim. 


Bahsedeceğim sanatçı 25 Ekim 1881 yılında doğmuş. Malaga kent müzesinde ilk kez Herakles’in resmini görmüş, Palaza de Toros’ta boğa dövüşlerine tanıklık etmiş ve “yemek odalarının ressamı” olan babası için model olarak hizmet eden cıvıldaşan kumruları evde izlemiş. Henüz sekiz yaşına basmadan bir boğa dövüşü için fırçayı ve boyaları eline almış.





Sanırım kimden bahsettiğimi anladınız.

Pablo Ruiz Picasso …

Kübizm akımının öncüsü İspanyol ressam Pablo Picasso'nun gösteri dünyasını konu aldığı eserlerinden oluşan sergi, Arkas Sanat Merkezi’nde 18 Eylül 2019 – 5 Ocak 2020 tarihleri arasında ziyaretçilere açık olacak. Sergilenen eserler arasında Picasso'nun önemli tabloları, tasarladığı kostümler, eskizler, heykeller ve yaşamına dair fotoğraflar yer alıyor. 


Daha önce 1001 Gece Masalları sergisine gitmiştim. Yukarıda gördüğünüz köşenin önünde masal kahramanı gibi hissetmedim değil. Atmosfer çok büyüleyiciydi. 😇

İzmir’e yolu düşenler Kordon’da yer alan Arkas Sanat Merkezi’nin ücretsiz sergilerini muhakkak görmelerini tavsiye ederim.

Umarım benimle kısa bir tarihi yolculuk yapmaktan keyif almışsınızdır, sıkılmamış olmanızı diliyorum. Kapanışı da İzmir'in olmazsa olmaz vapur yolculuklarımdan birinde aldığım deniz görüntüsüyle kapatıyorum. 💙





15 Eylül 2019 Pazar

Güz Okuma Şenliği 2019 Okuma Listem




Evet, yaz şenliğinin ardından yeni şenliğimiz de geldi. Okuma şenliğini çok sevdim. O yüzden yine katılmaya karar verdim. Şenliğin detayları için sevgili Nilgün Komar arkadaşımızın sayfasını ziyaret edebilirsiniz. 💚 Yine diğer şenlikte olduğu gibi şimdilik aşağıdaki gibi bir liste oluşturdum ama okuma süreci uzun olduğu için ekleme-çıkarma yapabilirim. Eksik olan kategorilerimi de yapacağım alışveriş listeme göre düzenleyebilirim sonradan. Umarım keyifli bir şenlik olur yine. Herkese iyi okumalar dilerim. 💚


1.Kategori (10 puan): İsminde GÜZ mevsimini çağrıştıran bir kelime geçen/olayların Güz'de geçtiği bir kitap.


2.Kategori (10 puan): Adında Cadde / Sokak / Çıkmaz / Apartman / Mahalle kelimelerinden biri geçen bir kitap.



3.Kategori (10 puan): Adında Pencere / Kapı / Duvar / Yer kelimelerinden biri geçen bir kitap.


4.Kategori (10 puan): Beyazperdeye aktarılmış DİZİ/FİLM olmuş bir kitap.
*Laurence Sterne__Tristram Shandy - Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri


5.Kategori (10 puan): Ziya Gökalp ya da Halikarnas Balıkçısı'ndan bir kitap.


6.Kategori (10 puan): Oscar Wilde ya da Italo Calvino'dan bir kitap.


7.Kategori (10 puan): Kitabın isminde -mek -mak eki almış bir kelime geçen bir kitap.
*Jose Saramago__Görmek


8.Kategori (10 puan): Bir şiir kitabı.
*Ah Muhsin Ünlü__Gidiyorum Bu


9.Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK veya 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile ilgili bir kitap.

*Yılmaz Özdil__Mustafa Kemal


10.Kategori (her kitap 10 puan, ekstra 20 puan): Adında Öğretmenlik ile ilgili kelime olan ya da yazarı Öğretmen olan iki kitap.

11.Kategori (her kitap 10 puan, ekstra 20 puan): Kapağındaki baskın rengi GRİ / MAVİ olan iki kitap.
*Dan Brown__Başlangıç
*Tomris Uyar__Otuzların Kadını

12.Kategori (her kitap 10 puan, ekstra 20 puan): Şimdiye kadar HİÇ kitabını okumadığınız iki KADIN yazardan birer kitap. *Aslı Perker__Flamingolar Pembedir


13.Kategori (her kitap 10 puan, ekstra 40 puan): İsimlerinin baş harfleri Alfabetik olarak sıralanmış dört kitap.
*Öteki__Dostoyevski
*Pi__Azra Kohen
*Ruth__Lou Andreas Salome
*Sincap__İsmail Güzelsoy

14.Kategori (her kitap 10 puan, ekstra 40 puan): Kendinizin belirleyeceği bir temaya uygun dört kitap.
     -Kitaplığımda okunmayı bekleyen 4 kitap-
*Jack London__Martin Eden 
*Hüseyin Rahmi Gürpınar__Mürebbiye
*Edgar Allan Poe__Dedektif Öyküleri
*Şemsettin Sami__Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat

12 Eylül 2019 Perşembe

Albert Camus__Yabancı




Yaklaşık 2 yıl olacak kitabı okuyalı, o kadar çok görmüştüm ki okuyan birilerini, sürekli merak ediyordum. O zamanki hislerim böyleymiş. Blogumda da dursun madem. Eksik olmasın. :)

___________________


Sürekli karşıma çıkan kitap, nihayet okumak kısmet oldu. 

İlk başta neyle karşılaşacağımı bilmiyordum, okurken o yüzden baya istekli başladım. Kitabın sonuna kadar da acaba nasıl gelişecek, neler olacak diyerek de kitabı bitirdim. 

Konusuna gelirsek, bir karakter düşünün onun için her şey o kadar olağan ve basit ki ölümü bile çok rahat kabullenip soğukkanlılıkla hayatın akışına kendini kaptırıp günlerini yaşamaya devam ediyor, bazı anlar geliyor ki yeter ama yani bunda bir duygu belirtisi göster artık diye laf yetiştirmeden duramıyorsunuz. Bu kahramanımızın çok kısa bir zaman aralığında yaşadıkları kaleme alınmış, çevresindekilere olan duyarsızlığının ötesinde aslında kendisine bile ne kadar yabancı oluşunu okuyacaksınız. 

Kitapta beni etkileyen; başkasının hayatını etkileyecek olaylarda suçlanmak yerine sadece sizi ilgilendiren, duygularınızı istediğiniz gibi yaşamanızdan dolayı cezalandırılabilecek olabilmeniz, hayatınızın kendi kontrolünüzden çıkıp başkalarının dedikleriyle şekillenebilmesi. Hatta karakter bunu şu cümlelerle çok güzel ifade etmiş; 

"Bu davanın benim dışında görülür bir hali vardı .Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim, bana fikir sorulmadan belirleniyordu." 

Kitabın anlatımı çok basit, betimlemeleri sade olmasına rağmen duygu geçişini çok güzel yansıtmış.Bazı cümlelerin üzerinde düşünmeden edemiyor insan. 

Kısacası; benim gibi duygu, durum aktarımlarını seven, olaydan çok süreç odaklı kitaplara sıcak bakanlar için ideal ama yok ben heyecan isterim, şöyle konular dallanıp budaklansın derseniz size hitap etmeyebilir.



Altını çizdiğim satırlardan bazıları şu şekildeydi;

- (..) tuhaf biri olduğumu,beni kuşkusuz bu yüzden sevdiğini ama belki günün birinde yine aynı sebepten nefret edebileceğini mırıldandı. (syf 44)


- Tutukluğumun başlangıcında en zoruma giden şey, kafamdaki hala özgür adam düşüncelerinin bulunmasıydı. (syf 72)

- İnsanın, hapisteyken zaman kavramını kaybettiğini bir yerde okumuştum. (syf 75)


-İnsanın başına ne geleceği hiç belli olmaz. (syf 98)


- İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu. (syf 103)


- Fakat herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. (syf 103)


*Alıntılar; Can Yayınlarının 2017 senesindeki 58.basımına aittir.

Diğerlerinden Daima Bir Adım Önde Olanlar :)